29 Mayıs 2012 Salı

Ferhangi Şeyler





Birbirinin fotokopisi günlerin ortasında afişini görünce mutlu oldum . Hatta sevimli bir gülümseme bile oluştu yüzümde uzun bir "aralık"tan sonra... Başkentin ortasında taşralı hisler yaşadım bir anlık da olsa. Rakamzen' e söyledim, anında yazıldık biletlere.. Beni tanıyanlar bilir Ferhan Şensoy sevgimi, saygımı, hayranlığımı... Cumartesi günü Nazım Hikmet Kültür Merkezinin açık hava sahnesinde oynayacaktı büyük usta, tabi yağmur izin verseydi... Yarım saat kadar ayakta pineklerken, "tatlı su komünistlerinin" kapı önü zırvalarını dinlerken usul usul başladı yağmur. Yağmasın diye Allah, Tanrı, Manitu ve bilimum yaratıcılara yalvarırcasına göğe bakarken teravih çıkışı gibi hurra ile girildi kapıdan... Derken göt ucuyla oturduk sandalyeye, fiziksel koşullar hiçbir uzvumda olmadığı için şikayet etmenin de alemi yoktu organik olarak. Ama 10 dakika geçti geçmedi kaçınılmaz son ve anons "Sevgili dostlar oyunumuz yarın akşama ertelendi"... Ah ile tüh'e benzeyen ancak anlamı hassiktir olan sesler çıktı ağzımın ortasından! Fırsat bu fırsat acaba oyun da olmadığı için "bir şekilde" kulise girebilirmiydim diye düşünürken, zınk yazıldım kapıya. Yanımda taşıdığım imzalanması için yanıp tutuşan kitap elimde, fotoğraf makinesi zulada, kapıdaki vatandaşa derin derin bakarken az bekle, çaktırma yüklenmesin kimse talimatı ile askerde söve söve tuttuğum nöbetlere benzemeyen kısa bir bekleyiş.. Gir ve hemen kapat kapıyı kimse görmeden diye söyleyince parmak uçlarımla girdim içeri. Biraz bekledim, ortaya bir masa koyuldu ben sağa sola bakmaktan matiz bir haldeyken, şlak diye bir çakmak sesi geldi kabinin arkasından ve sigarasını ateşledi büyük usta.. Birden çıktı kabinin oradan ve elini uzatarak hoş geldin dedi. Hoşbuldum diyebildim nereden çıktığını bilemediğim bir sesle, utana sıkıla o an çıkıveren şeyleri söylebildim kesikli bir diyalog olarak derken kitabımı aldı elimden imzalamak için.. Teşekkür ettim yine utana sıkıla ve müsadenizle bir fotoğraf da çekilebilir miyiz sorusunu sorarken bariz mutluydum. Hemen kapıdaki görevliye tutuşturup makineyi, teşekkürlerle çıktım oradan.









Pazar günü bari yağmasa diye içimden tüm iyi niyetleri tespih yaparken, derneği aradım öğleden sonra bir değişiklik olup olmadığını öğrenebilmek için. Önceki akşam yaşanan olumsuzluklar nedeniyle oyun kapalı bir sahneye "batı sinemasına" alınmış. Ferhan Şensoy ve Rasim Öztekin'in Pardon da nezarethanede içlerinden küfrettikten sonra "ohhh" deme sahnesini rakamzen ile birlikte yaşadık..(O sahne için bkz.) Akşam üstü yine aynı istekle çıkıp bu sefer sinemanın kapısında yazıldık sigaralara; ancak o bekleyiş kısa sürdü ve içeri girildi.. Sahneye çıkana kadar sağa sola kesik yaparken, ışıklar söndü... Harika bir 2,5 saatlik performans, tek bir dakika bile temposunu kaybetmeden, en ince örgülerle örülmüş bir ayakta varyete şahanesi... Oyun bittikten sonra Ferhan Bey imza dağıtacak diyeduyunca hemen bir başka kitabını daha imzalatma hevesi ile sahnenin oraya sotelendik Rakamzen ile...









Velhasıl;

Biletlere yağmur da dahildi...








25 Mayıs 2012 Cuma

arda kalan


"Okyanusun taşması bile bir damlanın günahıdır
ki sen bir ırmaktın yaşamımda
Bütün çelişkilerin barıştığı bir alan
Aykırı bir düş, bütün karabasanlara
Bir çiçeği sıkıştırıp dudağımın ucuna
Tek bir söz söylemeden insanlara seni soruyorum şimdi :
O ki, yürek gönderlerine her sabah çektiğim bayraktır
Ölümden sonra inandığım tek dünya... görmediniz mi?"

19 Mayıs 2012 Cumartesi

Sonsuzluğa Nokta

"...Sahip olma duygusu ruha yüktür..."



"Belki insanlar koskoca yaşamları boyunca yalnızca bir süre için farklı olmaya katlanabiliyor, sonra da yavaş yavaş öteki insanların davranışlarına, düşüncelerine ve duygularına bürünerek, durup dinlenmeden kendini tekrarlayan uçsuz bucaksız bir benzerlikler denizinde kaybolup gidiyorlardı. Yaşamları herkesinkine benzediği ya da farklı görünmesine karşın aynı özü taşıdığı için, herkes gibi ölüyorlardı daha sonra da; herkes gibi, bayatlaşmış bir kaç anı kırıntısının uzaklığını koklaya koklaya, geleneksel ziyaretlerle kirletilmiş ya da geleneksel yalnızlıklarla gölgelenmiş buz gibi bir yatakta, farklı yaşadıkları yılların tadını tenlerinde, belleklerinde ve ağızlarından dökülen mecalsiz ahların karanlığında arayarak, yavaşça alışılmış bir ölümle ölüyorlardı..."


"Upuzun günler geçti gidişinin üstünden, uçuşunun üstünden haftalar geçti, kayboluşunun üstünden aylar... Nedenini hala anlayabilmiş değilim. Bir nedene bağlanması da gerekmiyor zaten, kimi şeylerin nedeni yalnızca kendileri olmalı ve öyle kalmalı. Üstelik, insana kendi yaşamı bile büyük geliyor kimi zaman; ne yapsa, kimi sevse, kimlerce sevilse, hangi işlerle uğraşsa ve nerelerde gezip dolaşsa, bir türlü dolduramıyor. Her şeye karşın derin boşluklar kalıyor önümüzde arkamızda..."



"İnsan ne denli çaba gösterirse göstersin ve kaçınılmazlığına ne denli inanırsa inansın, ayrılığa hiçbir zaman hazırlanamıyor çünkü. Hazırım, dediği anda bile içinde ele geçiremeyeceği bir nokta kalıyor sürekli; ayrılığa alıştıramayacağı, sızlanışlarını durduramayacağı bir nokta kalıyor. Acıyı yüklenip çoğaltacak bir nokta... Belki de, yalnızca bu noktanın ele geçirilemeyişi yüzünden, birçok terk ediliş anında gerekli gereksiz bir yığın şey konuşuyor insanlar, içlerindeki o noktayı örtebilmek için gülünç tartışmaların tozuna dumanına boğuluyorlar, geçmişe ve geleceğe acımasızca saldırıp kendi yarattıkları harabelerin ortasında yuvarlanıyorlar. O nokta yüzünden hüngür hüngür ağlayanlar da var belki, köpek gibi yalvaranlar, kendilerini içkiye, kumara vuranlar, dövüşenler, sızanlar, yaralananlar, hatta kendilerini kendilerine vuranlar da var."





İnsanlar isterlerse her şeyi, ama hemen her şeyi bir tür silaha dönüştürebilirlerdi çünkü.
En çok da sevgiyi elbette, alışılan yaşam biçimlerini, alışılacakları...

13 Mayıs 2012 Pazar

Oğul



Anne ben geldim, üstüm başım
Uzak yolların tozlarıyla perişan
Çoktan paralandı ördüğün kazak
Üzerinde yeşil nakışlar olan

Anne ben geldim, yoruldum artık
Her yolağzında kendime rastlamaktan
Hep acılı, sarhoş ve sarsak
Şiirler çırpıştıran bir adam

Kurumuş kuyunun suyu, incirin
Sütü çoktan çekilmiş
Bir zamanlar dünya sandığım bahçeyi
Ayrıkotları, dikenler bürümüş

Kapıdaki çıngırak kararmış nemden
At nalı ve sarmısak duruyor ama
Oğlum, mektup yaz diyen
Sesin hala kulaklarımda

Anne ben geldim, ağdaki balık
Bardaktaki su kadar umarsızım
Dizlerin duruyor mu başımı koyacak?
Anne ben geldim, oğlun hayırsızın....

Ahmet Erhan

9 Mayıs 2012 Çarşamba

içimizdeki şeytan



"..İsteyip istemediğimi doğru dürüst bilmediğim; fakat neticesi aleyhime çıkarsa istemediğimi iddia ettiğim bu nevi söz ve fiillerimin daimi bir mesulünü bulmuştum:

Buna içimdeki şeytan diyordum, müdafaasını üzerime almaktan korktuğum bütün hareketlerimi ona yüklüyor ve kendi suratıma tüküreceğim yerde, haksızlığa, tesadüfün cilvesine uğramış bir mazlum gibi nefsimi şefkat ve ihtimama layık görüyordum. Halbuki ne şeytanı azizim, ne şeytanı? Bu bizim gururumuzun salaklığımızın uydurması..

içimizdeki şeytan pek de kurnazca olmayan bir kaçamak yolu... İçimizde şeytan yok... İçimizde aciz var... Tembellik var...

İradesizlik, bilgisizlik ve bunların hepsinden daha korkunç bir şey: hakikatleri görmekten kaçmak itiyadı var..."

5 Mayıs 2012 Cumartesi

hülasa



Şehirler arası otobüslerde arkasında oturanı hiçbir uzvuna takmadan koltuğu arkaya yatıran rahat yolcu bilincinde karşılamak vardı yaza teşne orospu baharı; ancak mevsimden medet uman vıcık bir sürü bünyenin ortasında kalbimin sıkışması, dizlerimin o koltuk arasında sıkışmasından çok daha can yakıcı.

Titrek bir mum alevi gibi kıvranırken kirpiklerim; gecenin terkisinde uyumuyor adeta sızıyorum! Hangi günün hangi saatinde uyanacağımı cidden merak etmiyorum it gibi korkuyorken geceden.. Ocağın üzerinde kaynadığını dalgınlıkla unutup tuttuğum çelik çaydanlığın sapının serçe parmağımda oluşturduğu su kabarmasını görünce bile yaştoplarım sicim sicim tahliye oluyor şehir foseptiğinin ücra bir deniz kıyısından maviye karışması gibi!

Yatağa yattığında uyuyabileceğini bildiğin halde uyumayı tercih etmediğin durum ile yattığında sittin senelik kıvranmaların eşliğinde uyuyamamanın arasında bir yastık boyu fark var... Yumuşatıcı kokan nevresimleri ıslatan yaştopları ile boncuk boncuk terleyen boynumdan akan damlaların birbirine karışması hep bir tuzlu su şakası olarak tekrarlanıyor hiç sevmesemde... Sevdiğin şeylerin hiç tekrarı yokken sevmediğin şeylerin defaatle baş ucunda olması ise tamamen sözün hülasası!

Geçirilen zamanların tek ipliğe kalmış kopmaya yakın bir düğmeye benzeyen "koptu kopacak" halinin verdiği tedirgin hüznü, daha sigaramı yakmadan sönecekmiş gibi duran kibritin alevine benziyor, yitmenin verdiği o büyük yutkunmaları anlatacak ya da anlamlandıracak sözleri arasında boğulduğum kitapların satır aralarında arıyorum. Bir amacın ayaklarına tutunup oradan oraya savrulacağım beşbenzemez düşleri, şimdiki zaman kayıtsızlığı ile iç geçirerek soluyorum.

ve yazmak yitiklerin işiyken, hep bir şeyleri tamamlamanın verdiği o dayanılmaz acı gelip de kadehimin ortasında boğazına dolanınca elim istem dışı uzanıyor kağıda ve ucu açık kaleme.. Sonsuzluğun payitahtına yola çıkarken ayağımı sıkan bir ayakkabıyı giymiş gibi... Kanar topuklarım, kanar susuşlarım, kanar kurumuş tüm sözlerim! Bir vedanın hüznü çöker giden onca izin peşi sıra ve belli belirsiz bir damla akar yanaklarımdan köz gibi... Sağanak bir düşünce gelip de yakalar şemsiyesiz, ağaçsız, zamansız ve yalnız olduğum cenin hallerimde..