24 Temmuz 2012 Salı

ütopyalar güzeldir

Sesi aç!


Düşten de mor bir aşkı, yaşadın da gittin yar
Bir gittin ki sus oldu, pusa büründü hisar
Bir vapur dumanıyla sanki gelecek gibi
Bir gün gelecek elbet ütopyalar güzeldir

Onu bana verseler vermeseler ne yazar
Ben bir kadın sevdim ki evim artık gül kokar
Bir vapur dumanıyla sanki gelecek gibi
Bir gün gelecek elbet, ütopyalar güzeldir.
ÜTOPYALAR GÜZELDİR...

söz&müzik: Ferhan Şensoy

21 Temmuz 2012 Cumartesi

Kaotik Salyangoz/2



Ateşlediği sigarasından çıkan duman varlığını öksürüklerle hatırlatan ciğerlerin dehlizlerinden geçerken, Tekin kahve fincanına uzandı. Kahveden aldığı ilk yudumla ezbere bildiği o tadı ağzında hissetmenin garip hazzı ile rahatladı. Katran yayan, kahve ve sigaranın koalisyonu ile oluşan iktidarın bir gün devrilmesinden korkuyordu. Bu korkuyu en çok kalp çarpıntısıyla uyumaya çalıştığında yaşıyordu. Kalbi ağır, aksak bir roman havası çalıyormuş gibi çarpıyordu. Gittiği ilk doktor Tekin'in kalbinde çalan bu makamın adını bile koymuştu. "Ritim bozukluğu" demişti bu makama. Tekin rahatsızlığını öğrenince sorgulamadı. Değişmesi ya da düzelmesi için bir şey yapmayı da düşünmedi. Kalp diye bir organ olduğunu hatırlamasına yardımcı olduğu için bu düzensizliği bile sevmeye başladı.

Bu arada derin bir iki nefes ile yarılanmıştı sigarası. İç solunum yollarında seyahati bitmiş dumanı burnundan üflerken "bugün ne yapsam" diye düşünmeye başladı. Sigarasını kül tablasına çırpıp, ucunu üçgen yaparken "ne yapacağım? Tabiki dün ne yaptıysam bugün de onu yapacağım" dedi yüksek sesle. Tekin bu durumu son zamanlarda sıkça yaşıyordu. O an aklından geçen cümle, istem dışı dışarı çıkıyordu. Düşüncelerinin tahliyesine şaşıyordu. Aklından taşan kelimeler dudağından dökülene kadar müdahale kabul etmiyordu. Bu vaziyetini düşünürken, yine durduramadan kendini "Yalnızlık, sonu şizofreni olan bir yolda, hiç gelmeyecek bir  otobüsün beklendiği duraktır." dedi. 

Sigarasını kül tablasında öldürüp hızla kalktı yerinden. Bu fevri hareket masanın üzerinde duran kaleme ve çekmecede duran deftere ulaşmak içindi. Kabuğu soyulmamış bu cümleler aklına geldiğinde eğer evdeyse hemen deftere geçiriyordu. Dışarıda ise hemen hemen sadece bu amaç için kullandığı cep telefonuna tuşluyordu. Bu şekilde doldurduğu defterleri liseden beri yatağının altında saklıyor, bir şehirden ya da bir evden taşınacağı zaman da kolilediği ilk şeyler bu defterleri oluyordu. Biten defterleri ara sıra açıp okuduğunda ise çirkin el yazısının referansında yazdığı cümlelerin tarihine bakarak, o ana dönmeye çalışıyordu. 

Ağzından çıkan o cümleyi deftere not aldıktan sonra girdiği psikozdan kurtulmak ve mevcut sessizliğe müdahale etmek için televizyonu açmak istedi. Kısa bir süre aradığı televizyon kumandasını yastığın altında buldu. Televizyon açılırken gözleri, duvarda asılı saate kaydı. Saatin uzun çubuğunun, kısa çubuğundan farklı bir yerde olduğunu, ince çubuğunun ise sürekli bir devinimle, aynı hızla döndüğünü görüp başını tekrar televizyonun ekranına çevirdi.  İşte bu kadardı Tekin'in saatlere bakış açısı. Onun için zaman mefhumu, güneşin yeryüzündeki konumuna göre belirleniyordu. En geniş anlamı ile gece ve gündüzden farklı bir zaman dilimini, detayları ve saatin o an kaç olduğunu merak etmeyi bırakalı çok oluyordu. Hatta o günün pazar olduğunu da mahalledeki sessizlikten ve torbayı almak için kapısını açtığında Murat ve Özlem'in paspasına bırakılmış gazetenin pazar ekinden anlamıştı.

Tüm eski televizyonlar gibi Tekin'in de televizyonunun sesi, görüntüsünden önce geliyordu. Kanepeye iyice yaslanıp başını anlamsızca sağa eğdikten sonra ekrana bakmaya başladı. İlk açılan kanala biraz şans vermek istedi. O kanala ve sonrakilere kendi zaman kavramına göre bir küfür boyu dayanabildi. Beceremediği şeylerden birisi de televizyon izlemekti. Aslında hep özenmişti televizyona kilitlenip gün içinde olup biteni unutan insanlara. Tekin'in o zamana kadar televizyon karşısında en fazla oturabilme süresi, henüz eşinden boşanmadığı ve sarhoş olduğu bir kış gecesi, televizyon yayınlarının kesilmesi ile ekranda çıkan siyah beyaz karıncalara dalıp, karısının gözlerinin içine bakarak gelip elinden kumandayı aldıktan sonra televizyonu kapatma süresi kadardı. Tekin gözlerini odanın uzak köşesine dikip o geceyi hatırladı...

Tekin'in eşi Derya, merkezi İstanbulda olan bir dış ticaret firmasının Ankarada bulunan bürosunda çalışıyordu. İşe Tekin ile evlendikten sonra babası Nazım Bey'in referansı ile girmişti. Firma için gerekli dış ticaret mevzuatını takip ediyor bunun yanı sıra ilgili kurumlarla yazışmaları yapıyordu. Derya'nın işe başladığı dönemde, önceleri gün içinde sürekli birbirlerini arıyor, bir an önce akşam olmasını isteyen cümleleri biri bitirmeden diğeri kuruyordu. Güneşi zorla batırıp, mesaileri törpülemek isteyen bu telefonlar zamanla azalmış hatta son dönemlerde yalnızca akşam ne yiyeceklerine ilişkin sığ konuşmalara dönmüştü.

O akşam da Tekin işten çıkmadan Derya'yı aramıştı. Son zamanlarda sık sık olduğu üzere Derya'nın mesaiye kalacağını öğrenmişti. Tekin telefonda kabul eder bir ses tonu ile "peki" dedikten sonra atkısını ve paltosunu alıp sokağa çıkmıştı. Derya gece yarılarına kadar kaldığı mesailer ile kariyer basamaklarını koşar adım çıkarken, Tekin çalıştığı muhasebe bürosunun bulunduğu Cinnah Caddesinden, Tunalı Hilmi Caddesinin başındaki meyhaneye iniyordu.Haberlerin o gece beklediği kar, Tekin'i Kuğulu Park'a geldiğinde yakalamıştı.    Tekin istifini bozmadan paltosunun yakasını kaldırıp yoluna devam etmişti. Mesai çıkışı tektekçilerin müdavimi olduğu meyhaneye girip bir kaç parça meze ve otuzbeşlik rakı söylediğinde saat yediye geliyordu.

Tekin içinde bastırılamayan bir sıkıntı ve özlemle ilk iki kadehini daha buzları erimeden bitirmişti. Kalanı ise, masada yalnız olduğunu görüp yanına oturan, meyhanenin sahibi Çerkez Hüsrev ile birlikte içmişti. Saat on gibi Tekin hesabı istedi. Hüsrev'in hesap ile birlikte gönderdiği domuz sıkısı yolluğu içip masadan kalktığında saat onbire geliyordu. Tekin Hüsrev'in taksi çağırma teklifini reddedip yürümek istediğini söyleyerek meyhaneden çıkmıştı. Çıkar çıkmaz bir sigara yakıp eve doğru yürümeye başlamıştı. Tekin oturdukları sokağa vardığında köşe başındaki büfenin açık olduğunu görmüş, tereddüt etmeden adımlarını sıklaştırmıştı. Rakının üzerine biraz cila fena olmaz diye dolaptan üç dört bira alıp tezgaha koymuştu. Biraların parasını ödeyecekken, Deryanın da olacağı ve iki üç biraya hayır demeyeceği düşüncesi ile dolabı tekrar açmış, ona da bira almıştı.


Tekin bira paralarını ödeyip sokağa çıktığında, evlerinin sokağa bakan odasının ışığının yanmadığını görmüş ve o an elindeki poşeti yere vurup küfretmek istemişti. Yapmadı. Tekin kayıtsız bir sarhoşluğa beş kala, cebinden çıkardığı anahtarları önce apartman kapısına, sonra da evlerinin kapısına hınçla sokup çevirmişti. Ağır adımlarla eve girerken, boğuk bir sesle "Derya" diye seslenmişti. Derya yoktu. Gelmemişti eve... Tekin ciğerinden bıçaklanmış gibi bir acı ile oturma odasına geçip poşetten çıkardığı biraları masaya dizmişti. İlk birayı açarken saatin oniki olduğunu görmüş, Derya'yı beklerken oyalanmak için televizyonu açmıştı...

17 Temmuz 2012 Salı

Yalnızlık Mevsimi


Gülümsüyor bana  bakıp:
"Bir şehri yakmak için illa ateşe, kibrite ihtiyacın olmaz. Benim için İzmir, yanmış bir kentti. 
Beynimde öyle bir şehir yoktu. Sanki orada hiç yaşamamış, orada hiç nefes almamıştım."

Görsel: Kader(Zeki Demirkubuz)/2006/Kordon


6 Temmuz 2012 Cuma

Kaotik Salyangoz/1


Tekin, biraz daha uyuma isteğini geldiği yere göndererek ağır hareketler ile yatağından doğrulup otuz yıldır taşıdığı bedenini banyoya götürdü. Çalıştığı yerden ayrılana kadar her sabah tıraş olmak için karşısına geçtiği aynaya bakmadan yüzünü yıkadı. Su ile bitirdiği dününden, bugüne yine su ile geçiyordu. Sevmiyordu yüzünü kurulamayı. Damlaların kendi yolunu bulmak için sakallarında yaptığı yolculuğu hissetmek, içinde kalan tutkulu canlıya ait son kırıntılardı. Banyonun ışığını kapatıp sokak kapısına yöneldi.

Kapıyı açtığında, gözü karşı komşusunun paspasına ilişti. Geçen kış genç bir çift taşınmıştı Tekinin karşı dairesine. İsimlerini kapı zilinden öğrenmişti “Özlem ve Murat”. Eve giriş çıkışlarda nadir de olsa karşılaşıyorlardı. Özlemin safdil bir hareketinden Murat’ın sürekli şehir dışına gitme zorunluluğu olan bir meslekte çalıştığını tahmin etmişti. Murat ne zaman göreve gitse, Özlem kendini daha güvende hissetmek için kocasının ayakkabılarından birini paspasa bırakıyor, kocası dönünce de içeri alıyordu.  Murat ne zaman göreve gitse böyle oluyordu ve o ayakkabılar bir haftadır paspasın üzerindeydi. Tekin “Yalnız kalmaktan korkuyor kadın, yalnız bırakılmaktan ödü kopuyor” diye aklından geçirirken, “diğer tüm kadınlar gibi” cümlesi çıkıverdi ağzından.  Söylediğini kendinden başka kimsenin duymamasına rağmen irkildi, anlamsızca sağa sola bakıp kapı koluna asılmış; içinde ekmek, süt ve sigara olan torbayı alıp kapıyı kapattı. Tekin’in hayatında, isteği dahilinde rutin olan tek şey o torbanın her gün kapısının koluna asılmasıydı ve poşettekilere bakıldığında bir kediden tek farkı sigara içmesiydi.  

Poşetten çıkardığı ekmekten bir parça koparıp içine biraz peynir tıkıştırdı. Elindeki ekmeği ısırdıktan sonra artık kanıksadığı, bir deri gibi üzerine yapışan, ezbere bildiği vaziyetinin o günkü devam filmini çekmek için oturma odasına yürüdü. Saman sarısı bir mevsim bunaltısına uygun olsun diye kahverengi kanepeye oturdu.

Kapı eşiklerine, duvarlara, pencere pervazlarına, perdelere bile sinmişti defaatle süren monologları. Zaten hemen hemen kimse kalmamıştı çevresinde. Kimi taşınmış, kimi uzaklaşmış, içlerinden daha şanslı olanlar ise ölmüştü. Tekin’in yaşadığı sessizlik neredeyse İsa’dan önce başlamış ve araya giren hiçbir milat, hiçbir devrim o sessizliği kesememişti. Sessizliği yok edemese bile bölmeyi deneyen sesler elbette oluyordu. Sokakta top oynayan çocukların bağrışmaları, alt sokaktaki hastaneye hasta taşıyan ambulansın sireni, kapının önünden geçen seyyar satıcıların çığırtkanlıkları, hava karardığında ciğerlerinden yükselen hırıltılı öksürükler, karşı apartmanların balkonlarından arsızca evine giren bira kokulu kahkahalar ve yakın zaman önce penceresine yuva yapan kumru ailesinin sesi… Bazen sırayla bazen de aynı anda mevcut sessizliği bastırmaya çalışıyordu. Hepsi, hepsi o kadardı…

Önceleri istememişti kumruları, “Mutsuzluğa açılan bir pencereye yuva kurulmamalı” diye inşa halindeyken yuvalarını bozmayı düşünmüştü. Ayrıca; ya alışırlarsa ya  içeri girip yalnızlığının tahtı olan kanepeye sıçarlarsa çekincesi de vardı. Ancak  kovalamaya bile gerek duymadı, zaten onlar da herhangi bir mevsimin başında ya da sonunda çekip gider diye düşündü. Hayatından giden diğer tüm "mevsimlik canlılar" aklına geldi. Gülümsedi… Gülümsemesi beklediğinden de uzun sürdü. Çünkü, bir gün anahtarı kilidin içinde çevirip kapıyı açmasıyla kumruların kendisini beklediği fikri, içinde bastırılamayan bir “hoş geldin” beklentisi ile aklının en gereksiz olaylarını bile canlandıran kısmında baş köşeye oturmuştu.

Evin arka bahçesinde onca ağaç, çimen, bitkimsi olmasına rağmen Tekin’in bahçeye dair saygı duyduğu tek şey,  o bahçenin pencere önünde içilen sigaralardan arda kalan izmaritlerin mezarlığı olmasıydı. Baş ve orta parmakların sıkıştırmasıyla öldürülen onca sigara eskisi, bahçe ne kadar sulanırsa sulansın bir zarar silsilesi olarak toprağa karıştığı için, yerine hiçbir şey çıkartmıyor, kül tablasının içinde kalan akrabalarına el sallayamadan idam edilmiş suçüstüler gibi şekilsiz yatıyordu.

Aslına bakılırsa Tekin de evinin içinde herkesten gizli botanik bir hayat kurmuştu. Saksısı olmayan çiçekler gibi gözlerini duvar diplerine dikiyordu. Evin her odasının her köşesinde soluksuz, sessiz, dönüşen ve düşünen bakışları vardı. Bazen bahar yağışları ile bazen de kendi bünyesinden tahliye olan yaşlar ile büyüyordu dikilenler. Gün geçtikçe boy attı, hepsi dal verdi, tomurcuklar yayıldı etrafa, sarıl sarmaşık düşünceler duvarlara yayıldı. Şaşılası derecede özensiz bir büyümeydi bu. Topraksız, hatta çoğu zaman güneşsiz. Dört mevsimin cansızıydı o bakışlar. Susadı…

Kahve yapmak için kalkıp mutfağa yürüdü. Isıtıcıya su doldurup düğmesine bastı. Tekin ömründe yaptığı en iyi şeyi yaparken, yani beklerken mutfak tezgahına dayanıp düşündü. "Pazar ne kadar da insan seçen bir gün" diye geçirdi içinden. Pazar günü ve getirdikleri, hayatın uçurumunu temsil ediyordu. Takvimlerde herkes için aynı harflerle yazan gün, herkesçe aynı şekilde yaşanmıyordu ve kocaman bir tual olan hayatta renk cümbüşünü en çok pazar günü temsil ediyordu. Pazar sabahı; “hijyenik mesleklerde çalışıp, daha hijyenik emekliliklerini bekleyenler için haftanın yorgunluğunun atıldığı, uykuya eşdeğer bir sığınma noktası, cumartesi gecesi kasıklarına ağrılar girene kadar sevişmekten yorgun düşenlerin sabah birbirlerini gördüklerinde üç beş saat önce yaşadıklarını hatırlatan sevimsiz bir ayna, önceki gece gırtlağına kadar doldurduğu alkolü rezil bir bar tuvaletine ya da sokak lambasının direğinin dibine çıkarıp uyumuşlar için tarif edilemez bir baş ağrısı deneyimi, özenle hazırlanmış bir kahvaltı masası başında oturan geniş aile bireylerinin birbirlerini sanki o hafta hiç görmemiş gibi yaptıkları suni sohbetlerin gereksiz mizansenleri, uyandığında sayılan diğer hayatları düşünen; ancak sadece düşünmekle kalan, düşününce değil çalışınca karnı doyan pazar çalışanları için de küfürle uyanılan haftanın günlerinin yedincisi” demekti. Hepsi ve daha niceleri saklıydı pazarın içinde. 

“Peki ya benim için? Benim için ne ifade ediyor bugün” diye düşünürken. Su ısıtıcısından gelen “tak” sesi ile irkildi Tekin. Kaynayan su, kaynamaya başlayan düşüncelerini yaktı, eritti. Az önce düşündüklerini unutup kahve kavanozu ile fincanını çıkardı dolaptan. Ölçülü şeyleri sevmediği ve ölçüsüz yaşanması gerektiğine inandığı  için kahveyi kaşık kullanmadan boşalttı fincana göz kararı. Kahvenin içine koyulan, şeker ve süt de, sigara ağızlıkları gibi Tekin için doğallığı bozan gereksizler listesindeydi.

Kahve fincanı elinde, onu mutfağa götüren adımların peşi sıra döndü odaya. Döndüğünde, bu kez, dünyada yalnızlığı en iyi temsil eden şey olarak nitelendirdiği tekli koltuğa oturdu. Elindeki fincanı koltuğun solunda duran sehpaya koydu ve sehpada duran paketten bir sigara çıkardı. Sevmiyordu çakmakla sigara yakmayı, üzerinde “vasati kırk çöp” yazan ancak içinde üç beş çöp kalan kibriti ateşledi. Sayıyordu Tekin, hiçbir şeyi saymayı sevmese de kibrit çöplerini sayıyordu. Bir keresinde tam kırk yedi tane çıkmıştı kutudan, şaşırmıştı...

Devam edecek...