Tekin, biraz daha uyuma isteğini geldiği
yere göndererek ağır hareketler ile yatağından doğrulup otuz yıldır
taşıdığı bedenini banyoya götürdü. Çalıştığı yerden ayrılana kadar her sabah
tıraş olmak için karşısına geçtiği aynaya bakmadan yüzünü yıkadı. Su ile
bitirdiği dününden, bugüne yine su ile geçiyordu. Sevmiyordu yüzünü kurulamayı.
Damlaların kendi yolunu bulmak için sakallarında yaptığı yolculuğu hissetmek, içinde
kalan tutkulu canlıya ait son kırıntılardı. Banyonun ışığını kapatıp sokak
kapısına yöneldi.
Kapıyı açtığında, gözü karşı komşusunun paspasına
ilişti. Geçen kış genç bir çift taşınmıştı Tekinin karşı dairesine. İsimlerini
kapı zilinden öğrenmişti “Özlem ve Murat”. Eve giriş çıkışlarda nadir de olsa
karşılaşıyorlardı. Özlemin safdil bir hareketinden Murat’ın sürekli şehir
dışına gitme zorunluluğu olan bir meslekte çalıştığını tahmin etmişti. Murat ne
zaman göreve gitse, Özlem kendini daha güvende hissetmek için kocasının
ayakkabılarından birini paspasa bırakıyor, kocası dönünce de içeri
alıyordu. Murat ne zaman göreve gitse
böyle oluyordu ve o ayakkabılar bir haftadır paspasın üzerindeydi. Tekin
“Yalnız kalmaktan korkuyor kadın, yalnız bırakılmaktan ödü kopuyor” diye
aklından geçirirken, “diğer tüm kadınlar gibi” cümlesi çıkıverdi ağzından. Söylediğini kendinden başka kimsenin
duymamasına rağmen irkildi, anlamsızca sağa sola bakıp kapı koluna asılmış; içinde
ekmek, süt ve sigara olan torbayı alıp kapıyı kapattı. Tekin’in hayatında, isteği
dahilinde rutin olan tek şey o torbanın her gün kapısının
koluna asılmasıydı ve poşettekilere bakıldığında bir kediden tek farkı sigara
içmesiydi.
Poşetten çıkardığı ekmekten bir parça koparıp
içine biraz peynir tıkıştırdı. Elindeki ekmeği ısırdıktan sonra artık
kanıksadığı, bir deri gibi üzerine yapışan, ezbere bildiği vaziyetinin o günkü
devam filmini çekmek için oturma odasına yürüdü. Saman sarısı
bir mevsim bunaltısına uygun olsun diye kahverengi kanepeye oturdu.
Kapı eşiklerine, duvarlara, pencere
pervazlarına, perdelere bile sinmişti defaatle süren monologları. Zaten hemen
hemen kimse kalmamıştı çevresinde. Kimi taşınmış, kimi uzaklaşmış, içlerinden
daha şanslı olanlar ise ölmüştü. Tekin’in yaşadığı sessizlik neredeyse İsa’dan
önce başlamış ve araya giren hiçbir milat, hiçbir devrim o sessizliği
kesememişti. Sessizliği yok edemese bile bölmeyi deneyen sesler elbette
oluyordu. Sokakta top oynayan çocukların bağrışmaları, alt sokaktaki hastaneye
hasta taşıyan ambulansın sireni, kapının önünden geçen seyyar satıcıların
çığırtkanlıkları, hava karardığında ciğerlerinden yükselen hırıltılı
öksürükler, karşı apartmanların balkonlarından arsızca evine giren bira kokulu
kahkahalar ve yakın zaman önce penceresine yuva yapan kumru ailesinin sesi… Bazen
sırayla bazen de aynı anda mevcut sessizliği bastırmaya çalışıyordu. Hepsi,
hepsi o kadardı…
Önceleri istememişti kumruları, “Mutsuzluğa
açılan bir pencereye yuva kurulmamalı” diye inşa halindeyken yuvalarını bozmayı
düşünmüştü. Ayrıca; ya alışırlarsa ya içeri girip yalnızlığının tahtı
olan kanepeye sıçarlarsa çekincesi de vardı. Ancak kovalamaya bile
gerek duymadı, zaten onlar da herhangi bir mevsimin başında ya da
sonunda çekip gider diye düşündü. Hayatından giden diğer tüm
"mevsimlik canlılar" aklına geldi. Gülümsedi… Gülümsemesi beklediğinden
de uzun sürdü. Çünkü, bir gün anahtarı kilidin içinde çevirip kapıyı açmasıyla
kumruların kendisini beklediği fikri, içinde bastırılamayan bir “hoş geldin”
beklentisi ile aklının en gereksiz olaylarını bile canlandıran kısmında baş
köşeye oturmuştu.
Evin arka bahçesinde onca ağaç, çimen,
bitkimsi olmasına rağmen Tekin’in bahçeye dair saygı duyduğu tek şey, o bahçenin pencere önünde içilen sigaralardan
arda kalan izmaritlerin mezarlığı olmasıydı. Baş ve orta parmakların
sıkıştırmasıyla öldürülen onca sigara eskisi, bahçe ne kadar sulanırsa sulansın
bir zarar silsilesi olarak toprağa karıştığı için, yerine hiçbir şey
çıkartmıyor, kül tablasının içinde kalan akrabalarına el sallayamadan idam
edilmiş suçüstüler gibi şekilsiz yatıyordu.
Aslına bakılırsa Tekin de evinin içinde herkesten
gizli botanik bir hayat kurmuştu. Saksısı olmayan çiçekler gibi gözlerini duvar
diplerine dikiyordu. Evin her odasının her köşesinde soluksuz, sessiz, dönüşen
ve düşünen bakışları vardı. Bazen bahar yağışları ile bazen de kendi
bünyesinden tahliye olan yaşlar ile büyüyordu dikilenler. Gün geçtikçe boy
attı, hepsi dal verdi, tomurcuklar yayıldı etrafa, sarıl sarmaşık düşünceler
duvarlara yayıldı. Şaşılası derecede özensiz bir büyümeydi bu. Topraksız, hatta
çoğu zaman güneşsiz. Dört mevsimin cansızıydı o bakışlar. Susadı…
Kahve yapmak için kalkıp mutfağa yürüdü.
Isıtıcıya su doldurup düğmesine bastı. Tekin ömründe yaptığı en iyi
şeyi yaparken, yani beklerken mutfak tezgahına dayanıp düşündü. "Pazar ne
kadar da insan seçen bir gün" diye geçirdi içinden. Pazar günü ve
getirdikleri, hayatın uçurumunu temsil ediyordu. Takvimlerde herkes için aynı
harflerle yazan gün, herkesçe aynı şekilde yaşanmıyordu ve kocaman bir tual
olan hayatta renk cümbüşünü en çok pazar günü temsil ediyordu. Pazar sabahı;
“hijyenik mesleklerde çalışıp, daha hijyenik emekliliklerini bekleyenler için
haftanın yorgunluğunun atıldığı, uykuya eşdeğer bir sığınma noktası, cumartesi
gecesi kasıklarına ağrılar girene kadar sevişmekten yorgun düşenlerin sabah
birbirlerini gördüklerinde üç beş saat önce yaşadıklarını hatırlatan sevimsiz
bir ayna, önceki gece gırtlağına kadar doldurduğu alkolü rezil bir bar
tuvaletine ya da sokak lambasının direğinin dibine çıkarıp uyumuşlar için tarif edilemez
bir baş ağrısı deneyimi, özenle hazırlanmış bir kahvaltı masası başında oturan
geniş aile bireylerinin birbirlerini sanki o hafta hiç görmemiş gibi yaptıkları
suni sohbetlerin gereksiz mizansenleri, uyandığında sayılan diğer hayatları
düşünen; ancak sadece düşünmekle kalan, düşününce değil çalışınca karnı doyan
pazar çalışanları için de küfürle uyanılan haftanın günlerinin yedincisi”
demekti. Hepsi ve daha niceleri saklıydı pazarın içinde.
“Peki ya benim için? Benim için ne ifade
ediyor bugün” diye düşünürken. Su ısıtıcısından gelen “tak” sesi ile irkildi
Tekin. Kaynayan su, kaynamaya başlayan düşüncelerini yaktı, eritti. Az önce
düşündüklerini unutup kahve kavanozu ile fincanını çıkardı dolaptan. Ölçülü
şeyleri sevmediği ve ölçüsüz yaşanması gerektiğine inandığı için
kahveyi kaşık kullanmadan boşalttı fincana göz kararı. Kahvenin içine koyulan, şeker
ve süt de, sigara ağızlıkları gibi Tekin için doğallığı bozan gereksizler
listesindeydi.
Kahve fincanı elinde, onu mutfağa götüren
adımların peşi sıra döndü odaya. Döndüğünde, bu kez, dünyada yalnızlığı en iyi
temsil eden şey olarak nitelendirdiği tekli koltuğa oturdu. Elindeki
fincanı koltuğun solunda duran sehpaya koydu ve sehpada
duran paketten bir sigara çıkardı. Sevmiyordu çakmakla sigara yakmayı,
üzerinde “vasati kırk çöp” yazan ancak içinde üç beş çöp kalan kibriti
ateşledi. Sayıyordu Tekin, hiçbir şeyi saymayı sevmese de kibrit çöplerini
sayıyordu. Bir keresinde tam kırk yedi tane çıkmıştı kutudan, şaşırmıştı...
Devam edecek...
1 yorum:
Özlem'in şu yalnız kalmaktan korkma hali, kocası olmasada belki içten içe yokluğunu çeksede dışarıya varmış gibi göstermeye çalışması neler anlattı, neler dinletti bana ve tekin... İsmini oldukça sevmiş haldeyim ve keskinliğinin hikayeyi biçeceğine şüphem yok. Devamını merakla bekliyorum.
Yorum Gönder