Yalınkılıç çocukluğumun göbeğindeydim. Dünyanın diğer tüm çocukları gibi neyin ne olduğunu anlamaya çalışıyordum. Akdenizin bitmek bilmeyen sıcağı ile hayatımın amansız boşluğu küçük, kara bedenimi yakıyordu. İlkokulun o masum, şaşkın, acımasız ve unutulmaz günleri… Tembih ile içilmesine izin verilen buz gibi fruko gazozlar, boyalı meybuzlar, renk renk tasolar ve misketler, hatta artık esamesi bile okunmayan çizgi filmler… Küçücük bir ilçede çocukluk bu, 80'lerin sonu 90’ların başından bahsediyorum. Her şeyin samimi, sıcak, tevazu içinde olduğu belki de bir daha hiç öyle olmayacak zamanlardan...
Ve elbette futbolun da endüstriyelleşmediği dönemler. Maçların televizyonlardan ücretsiz ve şifresiz yayınlandığı, gazetelerin verdiği takım posterlerinin evlere, iş yerlerine asıldığı büyülü yıllar. Ben de bu dönemin şanslı çocuklarındandım. Sınıf maçlarında veya okul çıkışı okulun ya da evin yanındaki boş alanda top teptiğimiz dönemlerdi. Hani herkesin topu alıp sürmeye başladığında gönlünde yatan takımın futbolcusunun adını bağırarak kaleye gittiği, ailelerin hemen eskitme diye uyarmasına rağmen “burun vuracağım” diye gıcır spor ayakkabılarını haşat edildiği dönemler...
Ve tabi her çocuğun hayatındaki belki de ilk karar olan takım seçme dönemi. Etkilenmenin, bir rüzgara kapılıp sosyal baskıyı en dar anlamda hissederek mensup olma hallerinin ilki bu; hatırlayın abiler ve de ablalar.
Babaların, dayıların, amcaların, mahalle esnafının sürekli yönelttiği hangi takımı tutuyorsun sorusundan sonra gelen cevap beğenilmezse, bak istediğini alırım yeter ki benim renklerime gel diye ısrar edilen mini vicdan azaplarıydı hepsi..
Benim de ailemde kararımı etkilemeye çalışan, bana rol model olan 2 kişi vardı. İkisi de Fenerbahçelydi. Hatta dedem evde kafeslerce kanarya besleyecek kadar, yıl yıl Fenerbahçe kadrosunu ezberden sayacak kadar gönül vermişti. Yaşadığım ilçede ise ağırlık Galatasaraydaydı. Haliyle bu durum bitmek bilmeyen bir baskı yaratıyordu. Okuldaki arkadaşlarımın çoğu sarının yanında hep farklı renkleri seviyordu. Sosyal çevremde nedense Beşiktaşlı yok denecek kadar azdı. Hatta boyumun yetmemesi nedeniyle uzun bir süre koltuğa tahta koyulması suretiyle tıraş olduğum mahalle berberi Mustafa Abi bile eğer Fenerbahçeli olmazsam saçımı 3 numaraya kazımakla tehdit ediyordu dedemin referansı ile..
Tabi bir de hepsinin dışında gerçekler vardı. O döneme şahitlik eden tüm gözlerin inkar edemeyeceği bir güç. 88-89 sezonu ile başlayan muhteşem dönemde yenilmez armada Metin-Ali-Feyyaz ile coşuyor Beşiktaş içeride dışarıda tarih yazıyordu. İşte tüm bu sosyal baskı küçücük kalbimin siyah beyaza kayması ile son buldu, ilk mini isyanımla noktayı koydum. Beşiktaşlıyım ulan ben! İşte böyle gönül verdim Beşiktaşa. Gitgide alışmaya başladım. Sevdim. Hem de çok sevdim. Belki de hayatımdaki kocaman boşluğu doldurdum onunla. Ağladığımda siyahına, güldüğümde beyazına sarıldım. Hayat gibiydi renkleri. Bir çocuğun ilk öğretmeniydi. Boyalı yalanların yerine, keskin, belirgin iki dünyaydı.
Sonra ben de zamanla büyüdüm. Büyüdükçe bu takımı neden sevdiğimi düşündüm ve bununla ilgili bir sürü şey okudum. İnanılmaz bir bütünlük ile her şeyin sırrına varmaya başladım. Bu renklerin aslında neden bu kadar bana yakın olduğunu anladıkça her şey daha da anlamlandı. Okudukça karşıma, bir sürü saygı duyulacak imrenilecek isim çıktı. Ancak onlardan bir tanesi farklıydı. Çünkü o benim çocukluğumun Beşiktaşının başkanıydı. O benim çocukluğumun kır saçlı amcasıydı. O çocukluğuma dair tüm güzel şeyleri temsil ediyordu. Hani yanında sıkılmayacağın her halini izleyeceğin büyükler olur ya işte onlardandı… 100 yıldan fazla tarihi olan bu kulübün 50 senesinden fazlasında adı geçen bir adam. Süleyman Seba’ydı o adam.
Ben hayatımda böyle kalabalık görmedim. Seni uğurlamak için Dolmabahçe siyaha büründü. Ve eminim bu kalabalık içinde bunları benim gibi hisseden, yaşayan yaşıtım kişiler de vardır. O dönem çocuk olan şimdinin abileri, babaları sana teşekkür etmek için geldik.
Bugün buraya gönül verdiğim renkler aracılığıyla; bana hayatı tanıtan, gerçekleri gösteren, onuru-şerefi-mücadeleyi öğreten, hayatımın en önemli olgusu olan saygıyı ezberleten, tevazu, saygınlık, kibarlık ve aşk ile dolu olan yaşlı bilgeyi uğurlamaya, ona teşekkür etmeye geldim. Mesainin ortasında, izin bile almadan kelimenin tam anlamıyla arazi olarak, ağustos sıcağına ve mahşeri kalabalığa aldırış etmeden sana hakkımı helal etmeye geldim.
Hafızamdaki sana dair bir çok sahne var ama ben seni hep; Beşiktaşımın şampiyon olduğu bir sene kutlamalarda, titreyen ellerinde rakı kadehini tutarken en sevdiğin şarkı olan eski dostları söylerken hatırlayacağım.
Asıl olanın hayat, hayatın da Beşiktaş olduğunu; yaşayışı ile bana öğreten derviş, her şey için teşekkür ederim.
Şimdi, daha yüksek sesle, SİYAH!