15 Ağustos 2014 Cuma

Süleyman Seba



Yalınkılıç çocukluğumun göbeğindeydim. Dünyanın diğer tüm çocukları gibi neyin ne olduğunu anlamaya çalışıyordum. Akdenizin bitmek bilmeyen sıcağı ile hayatımın amansız boşluğu küçük, kara bedenimi yakıyordu. İlkokulun o masum, şaşkın, acımasız ve unutulmaz günleri…  Tembih ile içilmesine izin verilen buz gibi fruko gazozlar, boyalı meybuzlar, renk renk tasolar ve misketler, hatta artık esamesi bile okunmayan çizgi filmler… Küçücük bir ilçede çocukluk bu, 80'lerin sonu 90’ların başından bahsediyorum. Her şeyin samimi, sıcak, tevazu içinde olduğu belki de bir daha hiç öyle olmayacak zamanlardan...


Ve elbette futbolun da endüstriyelleşmediği dönemler. Maçların televizyonlardan ücretsiz ve şifresiz yayınlandığı, gazetelerin verdiği takım posterlerinin evlere, iş yerlerine asıldığı büyülü yıllar. Ben de bu dönemin şanslı çocuklarındandım. Sınıf maçlarında veya okul çıkışı okulun ya da evin yanındaki boş alanda top teptiğimiz dönemlerdi. Hani herkesin topu alıp sürmeye başladığında gönlünde yatan takımın futbolcusunun adını bağırarak kaleye gittiği, ailelerin hemen eskitme diye uyarmasına rağmen “burun vuracağım” diye gıcır spor ayakkabılarını haşat edildiği dönemler...

Ve tabi her çocuğun hayatındaki belki de ilk karar olan takım seçme dönemi. Etkilenmenin, bir rüzgara kapılıp sosyal baskıyı en dar anlamda hissederek mensup olma hallerinin ilki bu; hatırlayın abiler ve de ablalar.
Babaların, dayıların, amcaların, mahalle esnafının sürekli yönelttiği hangi takımı tutuyorsun sorusundan sonra gelen cevap beğenilmezse, bak istediğini alırım yeter ki benim renklerime gel diye ısrar edilen mini vicdan azaplarıydı hepsi..

Benim de ailemde kararımı etkilemeye çalışan, bana rol model olan 2 kişi vardı. İkisi de Fenerbahçelydi. Hatta dedem evde kafeslerce kanarya besleyecek kadar, yıl yıl Fenerbahçe kadrosunu ezberden sayacak kadar gönül vermişti. Yaşadığım ilçede ise ağırlık Galatasaraydaydı. Haliyle bu durum bitmek bilmeyen bir baskı yaratıyordu. Okuldaki arkadaşlarımın çoğu sarının yanında hep farklı renkleri seviyordu. Sosyal çevremde nedense Beşiktaşlı yok denecek kadar azdı. Hatta boyumun yetmemesi nedeniyle uzun bir süre koltuğa tahta koyulması suretiyle tıraş olduğum mahalle berberi Mustafa Abi bile eğer Fenerbahçeli olmazsam saçımı 3 numaraya kazımakla tehdit ediyordu dedemin referansı ile..

Tabi bir de hepsinin dışında gerçekler vardı. O döneme şahitlik eden tüm gözlerin inkar edemeyeceği bir güç. 88-89 sezonu ile başlayan muhteşem dönemde yenilmez armada Metin-Ali-Feyyaz ile coşuyor Beşiktaş içeride dışarıda tarih yazıyordu. İşte tüm bu sosyal baskı küçücük kalbimin siyah beyaza kayması ile son buldu, ilk mini isyanımla noktayı koydum. Beşiktaşlıyım ulan ben! İşte böyle gönül verdim Beşiktaşa. Gitgide alışmaya başladım. Sevdim. Hem de çok sevdim. Belki de hayatımdaki kocaman boşluğu doldurdum onunla. Ağladığımda siyahına, güldüğümde beyazına sarıldım. Hayat gibiydi renkleri. Bir çocuğun ilk öğretmeniydi. Boyalı yalanların yerine, keskin, belirgin iki dünyaydı.

Sonra ben de zamanla büyüdüm. Büyüdükçe bu takımı neden sevdiğimi düşündüm ve bununla ilgili bir sürü şey okudum. İnanılmaz bir bütünlük ile her şeyin sırrına varmaya başladım. Bu renklerin aslında neden bu kadar bana yakın olduğunu anladıkça her şey daha da anlamlandı. Okudukça karşıma, bir sürü saygı duyulacak imrenilecek isim çıktı. Ancak onlardan bir tanesi farklıydı. Çünkü o benim çocukluğumun Beşiktaşının başkanıydı. O benim çocukluğumun kır saçlı amcasıydı. O çocukluğuma dair tüm güzel şeyleri temsil ediyordu. Hani yanında sıkılmayacağın her halini izleyeceğin büyükler olur ya işte onlardandı… 100 yıldan fazla tarihi olan bu kulübün 50 senesinden fazlasında adı geçen bir adam. Süleyman Seba’ydı o adam.

Ben hayatımda böyle kalabalık görmedim. Seni uğurlamak için Dolmabahçe siyaha büründü. Ve eminim bu kalabalık içinde bunları benim gibi hisseden, yaşayan yaşıtım kişiler de vardır. O dönem çocuk olan şimdinin abileri, babaları sana teşekkür etmek için geldik.

Bugün buraya gönül verdiğim renkler aracılığıyla; bana hayatı tanıtan, gerçekleri gösteren, onuru-şerefi-mücadeleyi öğreten, hayatımın en önemli olgusu olan saygıyı ezberleten, tevazu, saygınlık, kibarlık ve aşk ile dolu olan yaşlı bilgeyi uğurlamaya, ona teşekkür etmeye geldim. Mesainin ortasında, izin bile almadan kelimenin tam anlamıyla arazi olarak, ağustos sıcağına ve mahşeri kalabalığa aldırış etmeden sana hakkımı helal etmeye geldim.

Hafızamdaki sana dair bir çok sahne var ama ben seni hep; Beşiktaşımın şampiyon olduğu bir sene kutlamalarda, titreyen ellerinde rakı kadehini tutarken en sevdiğin şarkı olan eski dostları söylerken hatırlayacağım.

Asıl olanın hayat, hayatın da Beşiktaş olduğunu; yaşayışı ile bana öğreten derviş, her şey için teşekkür ederim.


Şimdi, daha yüksek sesle, SİYAH!

8 Eylül 2013 Pazar

Aylul




"Aylul" ya da herkesin bildiği  kullanımı ile "eylül", Süryanice bağ bozumu, üzümlerin toplanma mevsimi demek. Kainatın en masum ve bir o kadar tehlikeli meyvesi olan üzümlerin tabiat ile göğüs göğüse birleşmesi ile şarap olmasının arifesi.

İşte böyle bir ayın ilk günlerinde açtım kalemimin ucunu, dudağımda kekremsi bir mayhoşluk ile... Suskunluk, elleri pazar filesinden acımış, yıpranmış, kıpkırmızı olmuş bir çocuğun taşıyamayacağı kadar yükü taşıması gibi zor.  Yazın son günleri ile güzün ilk günlerinin halvet olduğu, nefes yerine içimi umut ile doldurduğum, hiçbir ilköğretim kitabında yazmayan kimsenin bilmediği bu beşinci mevsimde ellerimi daha fazla tutamadım yastıkların altında. 

Hızlı geçen günler, baş döndüren gelişmeler, siyahın evveli sancılar, tekmil yeni günlere ve  mekanlara alışma hezeyanları, yürekten taşan sevgi, kelimelerin kadife keselerde saklanması, bir can'ı başka bir can'a ulamak için koşar adım bitirilen yirmi dört saatler, uykusuz ama düşlü geceler, mesaiyi umursamayan günaydınlar, ıslığı dilinde eli cebinde iç çekişler, dört yandan saran belkiler, olmayasıca keşkeler, her şeye rağmen insanı yaşadığına inandıran yemyeşil gözler, pamuk sözler, ılıman iklimler, tepilen kilometreler, söndürülen izmaritler, verilen sözler işte bu simsiyah ve dalında yüzünü güneşe dönmüş üzümlerin toplanması ve bitmeyecek aşkla şarap olması içindi...


Daha bir yıl bile olmadı, cebimde nüfus cüzdanı taşıdığım ancak; hüviyetimin olmadığı, avazım çıktığı kadar bağırmama rağmen sesimin çıkmadığı, uyandığım günün bir önceki günün kötü bir fotokopisi olduğu günleri elleriyle renkten renge boyayalı , örtük perdeleri, kapalı camları açıp havalandıralı, topladığı çiçekleri vazoya yerleştireli...
Avuçları ile örttü üşüyen avuçlarımı, göz bebeklerini dikti gözlerime...

Uzak yolların ardından, bitmeyen uğraşlardan, sıcacık yuvasından, dünyanın en olması gereken tesadüfünden, şansından, kaderinden, eleminden, neşesinden çıkıp geldi ömrüme, üç oda boş salon yüreğime; varlığım, düşüm, yarınım, hüznüm, gülen yüzüm, soluğum, susuzluğum...

Hasılı bu eylülün sonu... Kocaman bir şarap yudumu...

Söylüyorum "Evet!"


16 Mart 2013 Cumartesi

Dal Goncayı Bir Sabah



Dal goncayı bir sabah açılmış buldu,
Gül melteme bir masal deyip savruldu
Dünyada vefasızlığa bak; on günde
Bir gül yetişip, açıp, solup kayboldu.

 Sen acırken bana, hiçbir günahımdan korkmam
 Benle oldukça; yokuş, engebe, yoldan korkmam
 Beni ak yüzle diriltirsin a Tanrım, bilirim; 
 Defterim dolsa da suçlarla, siyahtan korkmam.

Gıyasettin Ebu'l Feth Bin İbrahim El Hayyam

28 Şubat 2013 Perşembe

Onca Yoksulluk Varken

...Ama onu da anlamak gerekir, çünkü elinde kalan tek şey yaşamdı. İnsanlar yaşama her şeyden çok önem verirler. Dünyadaki bütün öbür güzel şeyleri düşündüğümüzde, bu bayağı garip bile gelebilir. 



"Bence iyi uyuyanlar dürüst olmayanlardır. Çünkü hiçbir şeyi takmazlar, oysa dürüst insanlar gözlerini kırpamazlar, her şeyi dert edinirler. Yoksa dürüst olmazlardı."


"Bir insanın en önemli parçaları kalple kafadır, en pahalıya patlayanlar da onlardır. Kalp durursa artık işinizi eskisi gibi yürütemezsiniz, kafa her şeyden kopup doğru dürüst işlemeye başlarsa da kişi niteliklerini yitirir, artık yaşamdan hiçbir yarar göremez. Sanıyorum yaşamaya çok gençken girişmek gerekir, çünkü sonradan bütün değerinizi yitiriyorsunuz, kimse de size bağışta bulunacak değildir."


"...ama ben pek öyle mutluluk meraklısı değilimdir, yaşamı yeğlerim yine. Mutluluk bir süprüntü, acımasızın tekidir, ona asıl yaşamasını öğretmek gerekir. Aynı yolun yolcusu değiliz biz onunla, hiç de yüz vermem kendisine. Henüz hiç politika yapmadım, çünkü hep birinin yararına oluyor, ama mutluluğun domuzluk etmesini engellemek için birtakım yasalar gerekir. Size aynen düşündüğümü söylüyorum, haksızım belki, ama mutlu olmak için iğneler yaptıracak değilim. Allah kahretsin. Size mutluluktan söz etmeyeceğim artık, çünkü bir şiddet nöbetine tutulmak istemiyorum, ama mösyö Hamil anlatımı olmayan şeylere yatkınlığım olduğunu söylüyor. Asıl, anlatımı olmayan şeyleri deşmek gerekir, diyor, asıl oralarda dönüyor her şey."


"Dünyada o kadar bol miktarda ilgisiz var ki, aynı anda hem dağa hem deniz kıyısına gidilemeyen tatillerdeki gibi seçmek zorunda kalıyorsunuz. Dünyadaki ilgisizliklerin içinde en çok hangisi hoşunuza gidiyorsa onu seçmek zorundasınız, insanlar hep bu tip şeylerin arasında en iyi ve en pahalı ne varsa onu seçerler, milyonlara mal olan naziler ya da vietnam gibi. Geçmişinde zaten yeterince acı çekmiş, asansörsüz bir altıncı kattaki bir yahudiyle gereken ilgiyi çekip televizyona geçecek değildik tabii, yok artık deve. İnsanın ilgisini çekmek için milyonlar gerekir, milyonlar, onlara da içerlememeliyiz, çünkü sayılar küçüldükçe verilen değer de o denli azalır."

11 Şubat 2013 Pazartesi

+1


Yeni yaşımda yeni umutların, yeni yaşamın ilk günü... Belki de yeniden doğdum.

6 Şubat 2013 Çarşamba

Ankara

"Yolculuk etme çılgınlığı topofobiden kaynaklanıyor, filotopiden değil; çok yolculuk yapan, vardığı yeri arayan değildir, ayrıldığı yerden kaçarcasına çekip gidendir." diye bir kısım çengellemiştim Miguel de Unamuno'nun SİS isimli kitabında. 



Hiçbir zaman dar alan milliyetçisi olmadım. Hiçbir şehri diğeri ile kıyaslamadım. Karşıma hep aynı soru ve yüzler çıkması nedeniyle şehirlerden ne nefret ettim ne de aşk ile bağlandım. Sonuçta insanlar vardı her yerde ve hiçbir insan ikametgahı  farklı diye gözüme  farklı görünmedi. Şehirler farklı olsa da içlerini dolduran insanlar aynı olduğu için;  yaşadığım, içinden bir kere bile geçmiş olduğum şehirlere bakış açım hep aynıydı. 

Ve Ankara da bunlardan birisiydi benim için. Burada yaşadığım tüm  güzellikler, acılar, şaşkınlıklar, beklentiler, huzursuzluklar, heyecanlar ve daha nice haller bir kaç cümlede anlatılacak kadar tuzsuz ve kısa değil muhakkak. Ancak, kısa değil diye tümüyle kestirip atmak ise en hafif tabiriyle onca zamana saygısızlık olacağı için en yalın ve bana özel hallerini paylaşmak istedim.

Ankarayı hep kitaplar ile birlikte anacağım, buraya geldiğimden beri o kadar çok kitap okumuşum ki, taşınırken 6-7 koli kitap paketlerken şaşırdım. Benim için; AŞTİ'de bile kitap tezgahlarının bulunması Ankara'nın başkent olmasından daha önemli bir olgu olarak sürekli hatırlanacak.

ve bunun yanı sıra ilk olarak bir aralık gecesi banliyo treninde hissettiğim ayazını, insanın psikolojisinin içine sıçan kuru bozkır sıcağını, sanki koca şehir sözleşmiş gibi boşalan yaz tatillerini, pantolon paçalarının düşmanı "tüküren kaldırımları"nı, her mevsim huzurlu ağaç gölgeliklerini, insanları izlemekten sarhoş olamadığım Sakarya Caddesindeki saçma sapan barlarını, her gün üzerinden geçmeme rağmen tesiri hiçbir zaman üzerimden gitmeyen Tunalı Hilmi Caddesini, kimsenin sevmemesine rağmen benim çok sevdiğim gri renkli gökyüzünü, hava karardıktan sonra boş sokaklarını-bulvarlarını, hiçbir zaman içlerinde ne iş yapıldığını anlamadığım kocaman taş binalarını, takım elbiseli ve kıdemli bıyıklarını, "fikrim"i, "biber"i, çiftlikte ünlenmesine rağmen benim için Gençlik Caddesinde efsane olan kokoreçini, bitmek bilmeyen öğrenci eylemlerini ve memur yürüyüşlerini, Neşet Ertaş'ı, bozlağını, kaşığını, "sen benim kim olduğumu biliyor musun"u, kuğulu parkını, proleter hikayelerini, kıyak meyhanelerini, tatlı su solcularını-ucuz spartaküslerini, önünden geçerken içeri girenlerin hikayelerini merak ettiğim pavyonlarını, la bebe'ni, fıskiyelerini ve hepsini özetleyen tevazu içindeki yaşamını...
unutmayacağım Ankara.




katrankara artık istanbulda.

27 Ocak 2013 Pazar

Nilüfer



Ben oraya koymuştum, almışlar.
  Arasına sıkışık saatlerin.
Çıkarır bakardım kimseler yokken;
Beni bana gösterecek aynamdı, almışlar.


Kışken ilkyaz, sularımda açardı;
Buzlu dağlar gerisine kaçıracak ne vardı?
Eski defterlerde sararmış yaprak.
Beni bana gösterecek anlamdı, almışlar.


Bir ışıktı yanardı yalnız gecelerde;
Akşam, çiçekler uykuya yattı,
Sardı karşı kıyıları karanlık
Beni bana gösterecek lambamdı, almışlar!

Behçet NECATİGİL



15 Ocak 2013 Salı

Bir Garip Aşk Öyküsü

"Arzu kendi başına masumdur, dedi. Günah olan arzuya karşı tutumumuzdur."


"Onu -en az kendisinin sevdiği kadar- sevdiği kadından yoksun bırakmak içini acıtıyordu... Sonra bir kıskançlık dalgasına kapıldı. Kıskançlık, aşkın yas giysileri içindeki hazin gölgesiydi, ağızda kurşun tadı bırakan minyatür bir ölüm. Bu duygunun nesnesi daha az saygın bir ahlak olabilirdi, ama kıskançlık üzerine pazarlık yapılamazdı, onun kendi hayatı vardı; kıskançlık aşkın iltihaplanmış körbağırsağıydı." 

"İnsan bir hayat yaşadığını sanır, diye içinden bir sesin tısladığını duydu, ama hayat bizim içimizde yaşar be biz onu tükettiğimizde, bizsiz devam eder."

"Platon Şölen adlı eserinde, aşkın kökenine dair şöyle bir öykü anlatır: Eski çağlarda ne erkek ne de kadın, ama bunların değişik karışımları varmış. Bunlar iki yüzlü, dört kollu, dört bacaklı, dört ayaklı vb. imiş. Bu yaratıklar birbirlerine sırt sırta bağlıymışlar, bu nedenle hem ileri hem de geri gidebiliyorlarmış. Bazıları iki erkekten, bazıları iki kadından, üçüncü ve en büyük grup da yarısı erkek yarısı kadından oluşuyormuş. Bu dört ayaklı ilk insanlar, diyor Platon, öylesine iktidar düşkünüymüşler ki, onların bu iktidar açlığı tanrıları tehdit ediyormuş. Bu nedenle Zeus, güçlerini zayıflatmak için onları ikiye ayırmış. Böylece kadın ve erkek ortaya çıkmış. 
Ama onlar tekrar birleşip, eski biçimlerine dönmeyi özlüyorlarmış. Platon böyle diyor, sonra da Barfuss tekrarlıyordu: Aşk iç içe girme geçme özlemidir." 



Çok acayip kitap,  tam bir yeraltı edebiyatı denmez ama bence okuyun.  Kitap özeti;


 "On dokuzuncu yüzyılın başlarında, filozof Kant’ın da doğum yeri olan Königsberg’deki bir genelevde bir hilkat garibesi doğar. Doğarken annesinin ölümüne sebep olan bu canavarımsı yaratık sağır, dilsiz ve ürkütücü bir şekilsizliktedir. Ne var ki çok gizli bir yeteneğe de sahiptir: İnsanların zihnini okur, kalplerinin en derininde olup biteni bilir. Herkül adı verilen bu bebeğe hayatın bahşettiği en büyük armağan, onunla aynı gün genelevde dünyaya gelen güzeller güzeli Henriette Vogel ile birbirlerine duydukları kopmaz aşktır. Ama içinde yaşadıkları dünya –tahmin edebileceğiniz gibi– böyle bir aşkı kaldıramaz, âşıklar birbirlerinden uzağa savrulurlar. Yeteneği başına bela olan, çetin düşmanlar edinen Herkül, on dokuzuncu yüzyıl boyunca aşkının peşinde Avrupa’yı bir ucundan diğerine dolaşır. Tımarhaneler, ucube sirkleri ve manastırların içinden geçerken, dönemin yüksek kurumlarındaki mühim şahısların içyüzüne tanık olur, dehşete kapılır: Gözlerimizin önündeki, kan, hırs ve toplumsal baskıyla, çürüme ve kutsalın kötüye kullanılmasıyla dolu bir tarihtir. İnsan olmanın anlamını sorgularız kahramanımızla birlikte, ama her şey bir yana, garip de olsa sarsılmaz bir aşk öyküsüdür dinlediğimiz. Güzel ve çirkin, saygın ve alçak, yüce ve düşük gibi kavramlarımızı yerinden oynatan, aşkın, nefretin ve duyguların gücünü vurgulayan Carl-Johan Vallgren’in bu müthiş romanı, günümüz İsveç edebiyatının öndegelen yapıtlarından biri."

9 Ocak 2013 Çarşamba

eşittir.


Bazen bir kamyon laf söylemek, meramını anlatmak istersin. Sonra derince bir suskunluk çöker ve sadece bir sigara dumanı boşluğuna yer verecek kadar kapatırsın dudaklarını. Tek kelime etmeden susarsın. Dönüp baktığında, zilyon kelimeden oluşan cümleler kurmanla, hiçbir şey söylemeden susmanın gölge boyunun günün her saatinde birbirine eşit olduğunu görürsün. Zira anlaşılmak, sanılanın aksine tek yönlü bir seyahattir. Senin tüm söylediklerine rağmen karşındaki anlamak istediğini ya da içinden geçeni anlıyorsa, zayi edilmiş cümleler kurarak anlaşılmamak ile hiç konuşmadan anlaşılmamak arasında kalırsın. Sonuç en nihayetinde aynıdır, sana konuşup konuşmama tercihi kalır. Hiçbir arafa  benzemeyen bu durum, sonsuz bir baş ağrısı ve bir kalp çarpıntısı ile gelir oturur mono düşüncenin ortasına.   Yıllar boyunca, farklı ses tonları ile "Eski, tozlu, anlaşılmayan kelimeler kullanan, sıkıcı, renksiz, heyecansız" birisi olarak nitelendirildiysen konuşmaman senin yararınadır. 

Senin için artık ne bulunduğun yerin ne de saatin hükmü vardır. O an her şey durağanlaşmıştır. Soru işaretleri kanatır derini, küf kokar bildiklerin ya da bildiğini sandıkların. Birbirinden uzak, bağlantısız şeyler geçer gözünün önünden. Paslı bir geçmişin varsa, metalik yaştopları durumu iyice zorlaştırır. Yerinden kıpırdamayı düşünmezken kontrol edemediğin düşüncelerin, seni hiç olmadık yerlere götürür. Senin dışında gelişir her şey. Yapabildiğin tek eylem, beynindeki düşüncelerin yoğunluğu ile gözünü diktiğin duvar köşesine bakarken, parmaklarını yakan ve sönmeye teşne sigarayı alıp küllüğe defnetmektir.

Cevabı olmayan tüm sorular pantolonun paçasından, gömleğinin kollarından girip tüm vücudunu sarar. Keşkeli, belkili bir sürü cevabın o an hiçbir işe yaramadığını daha önceki tecrübelerinden anlaman ile soruları baştan çözmüşsündür. Ateşler içinde yanan yüreğini söndürmek sadece buzdolabı mesafesindedir. Şekerli ve soğuk sıvıların karaciğere gönderilmesi kısa vadede olayı biraz olsun çözümler. Alkol bazen hastane dışında da pansuman için kullanılır. 

Garip bir şekilde aynada kendine bakarsın. Neden anlaşılamadığını sorgularsın. Aynada kendine bakan göz bebeklerinin titremesiyle önce bunun bir yazgı olduğunu düşünürsün. Bir tebessümün yüzüne en son ne zaman kamp kurduğunu hatırlamaya çalışırken, gözlerinin altında uykusuzluktan ve yorgunluktan oluşan keselere dikkat kesilirsin. Her zaman, her şeyin bir bedeli olduğunu hatırlayarak rahatlarsın biraz. O şişkin gözlerin senin gerçeğin,  kararlarının bedeli olduğunu hatırlaman ile hakkını verdiğin yaşamını bir zemheri ayazı gibi iliklerine kadar hissedersin. O an göz altı torbaların  bunca yaşanmışlığı içinde biriktiren bir gayya kuyusu, bir hediye sepeti gibi gelir.

Uyuşan beyninin labirentlerinde ne aradığını unutmuş, konuşsa ne diyeceğini, sussa nasıl dayanacağını bilmez bir halde yürürken her adımda anlamsızca geriye dönüp bakarsın. Bu septik düşünce, geleceğinin ya da sonraki adımının muhakkak geçmişinin bir yerlerinde saklı olmasındandır. Bir şey bir kere öyle olmuşsa sanki hep öyle olacakmış fikri, aksi yaşanana kadar her insan için her zaman geçerlidir. Bu nedenle tekerrür kelimesi kadehin içinde vaftiz edilmiştir. 

Aslında öyle olmamasına rağmen, renksiz gibi görünen hayatının siyahları her yanını sarmıştır. İçinde barındırdığı renklerin hepsi tedavülden kalkmış, sıkıcı, eksik, kuru anılar gibi ortaya çıkar. Uzun uzadıya ettiğin laflar, gelip sarar her yanını. Sarmaşık kelimeler içinde  boğulacak gibi olursun. Önceki gün pişmesine rağmen bitmemiş bir yemek gibi yüzünü buruşturur hissettiklerin. Bildiğin, belki de söküp çıkarmaya çalıştığın şeyler gelip oturur boğazına. Sıkılırsın, dört duvar üzerine gelir...

Bir hışımla evden çıkmalara gebesindir. Merdivenlerden kaç adımda indiğinin farkına bile varamadan sokak kapısının soğuk demiri sana hava durumu hakkında en reel tahmini verir. Zaten üzerine en kalın "sen"i giyinmişken hasta olman, üşütmen mümkün değildir. Varsın olsun soğuk diye sokağın köşesini dönerken ateşlediğin sigaranın dumanı, soğuktan ağzından çıkan dumanla girift olur. Nereye gideceğini düşünmeden sokağa çıkan birisinin fiziksel komutlarını veren beyninin görevlerini o dışarıda olduğu sürece bacakları yerine getirir. Zira o sırada beyin; ya düşünceleri dondurup içinde olduğu bedeni bir et parçasına çeviriyordur ya da aklından geçenleri ipe dizip lunaparklardaki beş atışa marlboro düşürme oyununu oynuyordur. Bacaklar o sokağa yürürse o sokağa, bu yöne giderse tereddütsüz o yöne gidersin. Senin için artık beyin götten bile daha değersiz bir organ olmuştur.

İfrazat gibi kendini sokağa salan birisi sağlıklı bir insana dönene kadar adımlarını bir sonrakine ekler. Yürür. Nedensiz, hissiz, solgun, kızgın, ürkek, beklentisiz, korkusuz, yalnız ve yorgun adımlar ile yürür. Bu durum çoğu zaman yoğun bakımdan çıkma evresine benzer. Atılan her adım sakinleşmen ve kendine gelmene yardımcı şifa kaynağıdır, ilaçtır.  Tüm ilaçların olduğu gibi bunun da doz aşımının zararı vardır. Yürürken geçen dakikalar arttıkça evde bıraktığınız aklınızdan gitgide uzaklaşır, her zaman hikayesi merak edilen nereye yürüdüğü hiçbir zaman bilinmeyen meczuplara benzemeye başlarsınız. Saat ya da adres sormak için yaklaşan birisi yüzünüzün ifadesinden korkar ve istem dışı adımlarını sizden uzaklaştırır. Nöbetinin bitmesini bekleyen üniformalıların dikkatini çeken de ilk sen olursun. Kamu düzeni ve güvenliği açısından kimlik istenmesi de çok olasıdır. 

Yürüyen bir et parçasına dönenler için en temel matematik formülü, beyin evde kalmasına rağmen çabucak ezberlenir. Formül belli "Sigara=Acı/Yol". Bu formülden yola çıkarak değişkenlerin biri senin içinde çoktan kök salmışken, diğerini belirlemek tamamen spontanedir. 

Adımlar seni tekil bir dünyaya götürür, yalnızlığın en somut hali soğuktan daha fazla hissedilir halde vücudunu sarar. İşe yaramayan, beğenilmeyen, istenmeyen ve ne yapsa kimseye yetemeyen birisi olsan da, kullanılıp atılan bir mendil gibi logar kapağından süzülüp   şehir foseptiğine karışamayacağın için, zamanın seni çürütüp yok etmesini beklersin. Umutla başladığın her günün tavanının üzerine çökmesiyle uzaklaştığın çevrende nefes alanlardan fazlası olur.

O günden sonra her geçen gün derini daha da bularsın katrana. Her şeyi örten siyaha sığınırsın. Sonsuz bir sessizliğin, dev bir yalnızlığın içinde hayati fonksiyonlarını en aza indirgeyerek botanik bir yaşam sürersin. Saksısından taşan çevre hayatları izlerken sorduğun sorular bir çocuğun merakı kadar samimidir. Artık ölümüne kadar geçireceğin tüm hastalıklarda canın yansa bile sesin çıkamayacak, tüm yaştopları içine akacaktır. Defalarca yaşadığın olaylar, hem his anlar, fotokopi acılar ve adaş geceler tekerrür nedeniyle seni hissiz, soluk, sessiz, sadece nefes alan bir yaratığa dönüştürecektir. Muhakkak bu değişim bir gece ya da bir an içinde olmadı, doğduğun andan itibaren yaşadıkların nedeniyle gerçekleşti. Seni doğurduğu gün mutlak bir sevinçle gözlerinin içine bakan kadının gözleri artık sana bakarken yaşlanacak, kendi kaderinden ayıramadığı kader çizgine paralel ve bir elmanın küflenip yok olması gibi yavaş yavaş bitişini kahrolarak izleyecektir.

Düşünme, yürümeyi kes artık, dön artık evine...

7 Ocak 2013 Pazartesi

Ezilenler

"Yüzüm kara da olsa herkesinkinden daha kara değil"




"....Gerçi her şeyi açıkça konuşmalı: Sinirlerim bozuk olduğundan mı, yeni evimi yadırgadığımdan mı, yoksa yakında geçirdiğim bir üzüntüden mi ne, karanlık basar basmaz yavaşça mistik korku adını verdiğim bir ruh hali gelir üzerime; bu durum şimdi hastayken sık sık tekrarlanıyordu. Bu, benim de kestiremediğim, akla sığmayan, normal hayatta rastlanmadığı halde gayet cismani, hatta belki şu anda bile aklın sıraladığı bütün delillerle alay edercesine, kaçınılmaz, korkunç, iğrenç, merhametsiz bir varlık halinde karşıma dikilebilecek, acı, azap verici bir korkuydu. Bu korku genellikle, aklın söylediklerini dinlemez, gittikçe artardı; ondan sonra dimağ daha keskin bir açıklıkla işlemeye başlardı, bununla beraber duygulara karşı koymaktan acizdi. Akıl söz dinlemez, faydasızlaşır, bu ikileşme de ürküntümü artırır, acı dolu bir bekleyişe çevirirdi. Ölülerden korkan insanların duydukları sıkıntı da böyle bir şeydir sanırım. Ama benimkinde tehlikenin belirsizliği bu azabı daha güçlendirdi. "


"...Son derece iyi, ama zayıf, sinirli kişilerde ara sıra böyle olur; iyiliklerine rağmen üzülmek, öfkelenmek, onları sanki sarhoş eder, bundan zevk alırlar ve mutlaka başkalarına, suçsuz, çoğunlukla da en yakınlarından birine çatarlar. Örneğin kadınlar, ortada incir çekirdeğini dolduracak bir sebep yokken kendilerini mutsuz, kırgın hissetmek ihtiyacı duyarlar. Pek çok erkek de böyle durumlarda kadınlara benzer, üstelik ruhça zayıf, kadın tabiatlı erkekler de değildir bunlar."


 "...Size sanırım hiç bilmediğiniz bir tabiat sırrı açmak istiyorum. Bana şu anda günahkar, hatta belki de alçak, ahlaksız, sefih diye adlar verdiğinizden eminim. Ama bakın şimdi size ne diyeceğim. Keşke imkan olsaydı da (ki insan tabiatı için bu asla mümkün değildir) herkes, hepimiz, benliğimizin en gizli köşelerini olduğu gibi açığa vurabilseydik; başkalarına, hatta en yakın dostlarımıza, sırası gelince kendimize bile itiraf etmekten çekindiğimiz ne varsa, hepsini korkmadan ortaya dökebilseydik, dünyayı saracak kokudan hepimiz boğulurduk. Parantez içinde söyleyeyim, toplumu düzenleyen yasalar, görgü kuralları bu bakımdan iyidir zaten. Derin bir fikir gizlidir bunlarda; ahlaki olduğu iddia edilmeyecek ama, koruyucu, bize rahatlık sağlayan bir fikir. Bu da azımsanmamalı, çünkü ahlak da rahatlıktan başka bir şey değildir, yani rahatımız için icat edilmiştir..."


"...Nelli ağır bir hakarete uğramıştı, yaraları henüz pek tazeydi. Garip davranışlarıyla, bizlere cephe alarak gösterdiği güvensizlikle sanki yaralarını deşmek istiyordu. Deyim yerindeyse, acısını körüklemenin verdiği üzüntüden zevk alıyordu...Bu zevk bana da yabancı değildi. Kaderin baskısı altında ezilen daha niceleri uğradıkları haksızlığın üstüne üstüne gitmekten acı bir zevk duyarlar. 


"... Sevdiğine sırf sevdiği için işkence etmenin de tadına varmıştı ve belki de 
bu yüzden kendini feda etmeye bu kadar hevesliydi."

17 Aralık 2012 Pazartesi

BAŞKALDIRAN KURŞUnKALEM

"Cepte sakin dururken kalemtıraş, cebin astarını deler başkaldıran kurşunkalem. 
Sanki bir ereksiyon söz konusu. Erek belli, siyon yok..."


"...O bir yandan, benim bağımsızlığımı ilan edip bir evim oluşuna imreniyor, öte yandan, dört tabure, bir katlanır masadan ibaret yaşantıma üzülüyor. Tüm hesapları ters çıkmış tüccarın deniz kıyısında oturup, zor kalkan fersiz elleriyle denize taşlar atması mı yoksa yaşadığımız?"



10 Kasım 2012 Cumartesi

serim


"Ben onu ararken o yoluma çıkıverdi. Bir şey bulmak acaba bu mu?
 Birisi aradığı görüntüyü bulduğu zaman, bu, görüntünün arayışı sezinleyip ona doğru gelmesi değil midir? "

 

Kadın; çevresine örülmüş duvarların arasında sıkılmış, çok sesli tüm susuşlarını yutkunmuş, düş ile gerçeğin arasında, söz ile susuşun savaşında, bilinen kelimelerin anlatmaya yetmediği, hiçbir şeyin üzerini örtemediği kadar özel, tatlı bir sarhoşluk yaratacak kadar güzel, tasvire şayan yeşil gözleri tatlı su birikintisi gibi karşısında duranı içine çekerken; kış güneşi kadar sıcak, alarga diyecek kadar hırçın, saçları örülü bir ilkokul öğrencisi kadar heyecanlı ve çalışkan...

Adam; boşluğun içinde, dalından kopmuş bir yaprağın savurganlığından hallice, aklındaki gizleri okuduğu sayfalarda arayan, izleri ise kalem aracılığıyla başka sayfaların arasına hapseden, gerçeklere pamuk yastık gibi sarılan, kocaman bünyesi ile yolları arşınlayan, aklında nevi şahsına münhasır geleceği tahayyül eden, modern çağların tutsağı..

Birbirlerinin varlığından habersiz ve sessiz, ne ara bittiği anlaşılmayan yazın sonunu bir türlü gelemeyen sonbahara uğurlarken; kadın mühim kağıtlar ve çok sıfırlı defter yapraklarının arasında, geleceğinden ödünç aldığı saatleri tırtıklıyor, adam ise bunaldığı telefonlardan kaçar adım uzun bir koridoru geçerek gittiği sigara alanında dumanları göz ucuyla süzüyordu. Kadın içinde kaybolacağı siyah bir geceyi düşlüyor, adam ise bir amaç ile uyanacağı gündüzü bekliyordu.


Yağmura hasret toprağın suya kavuşması gibi, gök gürültüsü olmadan birbirlerine yağdı kadın ve adam! Doğal afetlerin en büyüğü olan "aşk"ın yolunda, yalnızlığın sonunda, huzurun sınır boyunda. Şaşkınlığın hülasası sürdü biraz, heyecan gergefinden taştı, birikenler avuçları ıslattı, susulanlar bir şimşek gibi havayı aydınlattı ve sevmenin kıblesine döndü adımlar. 

Bugüne kadar olan biten silindi, kadir kıymet bilindi ve sözü söze ulayarak, adam dedi ki;
"Bana yeniden sevmeyi öğret. Ellerinde bir pencere camı gibi kırılacağım.
Anadilimin son harfi ol. Senden sonra hiçbir sözcüğe başlamayacağım.
Senden sonra hiçbir sözcüğe başlamayacağım!

28 Eylül 2012 Cuma

eylül



Bir türlü gelemeyen sonbaharın mevsimsel sıkıntısı gibi kasıldıkça kasılıyor bedenim. Sıkılan yumrukların arasından çiçek açmasına temenni bir düşün, kendi içinde sızlayan belirsizliği arasında lime lime edilmiş cümlelerin, hadım edilmiş fikirlerin ayyuka çıkmasıyla sicim sicim akıyor yaşlarım...

İnsanlardan bu kadar kaçarken, onların içinde neden bu kadar çok bulunmak zorunda olduğum fikrini hep bir sigara izmariti  gibi küllüğe söndürürken, "katrankara" gözlere insan kaçması, duman kaçmasından daha da can yakan bir durum olarak hep karşıma çıkıyor.

Sarhoş bir sessizliği tercih edip cümle kağıtların ve kitap sayfalarının arasında nefeslenmek isterken, çatlamış topraklara yağan sağanak yağmur gibi kuru düşüncelerim ıslanıyor, bilinmeyen ve gereksiz onca cümle kurmuş dudaklarımı alkole esir ediyorum. 

Tadını alamadığım bir sigarayı kibrit ile ateşleyip, saf dil sözlerimin bir otogar emanetçisine bırakılan valizler gibi sağa sola atılmasını izliyorum. Panzehirini bilmediğim hayatı, bir ilaç şişesi gibi üstünkörü kafama dikiyorum!











25 Eylül 2012 Salı

Ne yemek ne içmek ne tadım kaldı.

Daha dün akşam yemeğimizi yemiş, pinekliyorduk evde cani ile
Haberlerde durumunun ağırlaştığını öğrenince dedim;  olur da çıkamazsa hastaneden o zaman biz iflah olmayız diye...



"Gonul dagıma" kar yağdı. Babam ölse bu kadar üzülmezdim.
Bir röportajında soru soran gazeteciye "Ben az bilir, az söylerim siz çok anlayın" demişti.
Hayatım boyunca dinlerken hep çok anladım, hep çok ağladım.


Hep sazını  canlı dinleyeceğim, bir iki  duble  içip yutkuna yutkuna iç çekeceğim, bir iki duble daha içip zangır zangır ağlayacağım, matiz olunca da sigarayı sigaradan yakıp susup oturacağım bir konserine gidebilmeyi düşlemiştim. Kısmet olmadı...
Sazında ve sözünde, akın da garanın da hakkını verirdi, gurban olduğum!
Her türküsü, her bozlağı ciğerimi deşerken ustayı ben en sevdiğim türküsüyle anacağım bu gece..


 


Ruhu şad olsun.

11 Eylül 2012 Salı

Toprağın Çocukları

"Ümidi gerçekten bilenler, ondan mahrum kalmak istemezler. Ümitlerini kaybetmezler..."



Hasanoğlan Köy Enstitüsü özelinde, Köy Enstitülerini konu alan Toprağın Çocukları isimli film 14 Eylül'de vizyona girecek. 1940'lı yılların başında değişen konjonktüre uyum sağlamak amacıyla, ithal ikameci sanayileşme politikasına geçişte kalkınma hamlesine köylerden başlamak istenmiş; bu nedenle de Sovyetler Birliğinden esinlenerek Köy Enstitüleri kurulmuştur. Rol model olarak alınan bu mektepler, daha sonra ne hikmetse! Truman Doktrini çerçevesinde gelen yardımların kesilmesi endişesiyle "günümüzde bu konuda en çok yaygara koparan parti" tarafından kapatılmıştır. Kapatılma hadisesi, kendisini "ortanın solu" olarak gören bu partiye yakışan bir ironi ile "bu mekteplerin komünist yuvası  olarak görülmesi"  acziyetinde saklıdır. Neyse fazla siyaset yazıp "okları" üzerime çekmeyeyim. Filme geçeyim..


Yönetmenliğini Ali Adnan Özgür'ün yaptığı filmin oyuncu kadrosu bence on numara şaheser. Erkan Can, Bahtiyar Engin, Şebnem Sönmez, Suzan Kardeş ve Ufuk Bayraktar gibi inanılmaz karakter oyuncularına sahip film maalesef! her ilde ve her sinemada gösterilemeyecek. Aslında bu durum bile ayrı bir yazı konusu olabilir. 2012 yılında hala bazı kitapların yasaklanmasından bahsettiğimiz bu ülke için böyle bir film bile çok  ama şimdi ekranın karşısında "ucuz spartaküslük" yapmanın alemi yok. Neyse ben kamu vicdanı için duyuru/hatırlatmamı yaptım. İzleyen olursa efendicene yorumunu yazar..



4 Eylül 2012 Salı

oblomov

Bu mutlu insanların inancına göre hayat olduğundan başka türlü olamaz, olmamalıdır; 
zaten herkes de onlar gibi yaşıyordur, başka biçimde yaşamak günahtır. 


Belki de uykulu ve uyuşuk bir hayatın sonsuz sessizliği, hareketsizliği, maceraların, tehlikelerin, korkuların yokluğu, insanı gerçek hayatın ortasında bir hayal dünyası yaratmaya götürüyor ve işsiz düşüncesi bu hayal dünyasında istediği gibi at oynatıyor, ya da olanın bitenin nedenini onun dışında arayarak en tabii olayları, onlarla hiç ilgisi olmayan nedenlere bağlıyor. 


Derdi olduğu zaman duyduğu üzüntü yağmurda şemsiye açmak kabilindendi. Üzülmesi de uyuşuk bir tevekkülden ziyade bir öfkeye benzerdi.
Istırabına sabırla katlanırdı, çünkü sebebini başkalarında değil, kendinde arardı. Sevinçleri de yoldan çiçek toplar gibi koparır ve daha solmadan atardı.; böylece her zevkin dibindeki acı tortuyu tatmazdı. 
Onun istediği, hayatı basit görmek ve olduğu gibi almaktı. Hayat sorunlarını çöze çöze zorluklarını daha iyi takdir ediyor ve yolunun yanlış yönde gittiğini görüp de doğru yolu bulunca içinden bununla övünüyor ve mutlu oluyordu. 
Kendi kendine çok defa: " Basit yaşamak çok zor, çok karışık bir iş" diyordu. Hayat yolunun nerede düğümlendiğini, işin nerede bozulduğunu çabucak görürdü. 
En çok korktuğu şey hayaldi. Bu ikiyüzlü yol arkadaşı, bir bakıma dost, bir bakıma düşman; inanmadığın zaman dost, tatlı akışına kapılıp gittiğin zaman düşman..."

17 Ağustos 2012 Cuma

ara


"Antalya, dünya üzerinde kendine ait güneşi olan tek kenttir. Bu güneş ısıtmaz ama ıslatır. Kanser yapmaz ama kan kusturur. Irkçı bir orospu çocuğudur. Turisti bronzlaştırırken, çalışanı buharlaştırır. O kadar erken doğar ki geceyi kimse anımsamaz. Güneş Antalya'ya Isparta'dan yakındır. Kirpik terletir, dudak yapıştırır...."(Malafa)


 

Özellikle son bir haftadır beynimin ırzına geçen, döner koltukta göt çürüttüren ve buna "uzmanlık" diyen çarktan kaçıp biraz nefes almak için; vergi, analiz, süreç, envanter vb. saçma sapan sözcükleri çıktığım kapının arkasında bırakarak, o kapının anahtarını da denize atmak için artık bir tarafı hep eksik kalacak Attalosa gidiyorum...

Beyaz yakalı, hijyenik ortamlara mola, kaka çocukların arasına karışınca sakallar fora!

15 Ağustos 2012 Çarşamba

Dokuz Altı Yollarında



."...Dokuz altı yollarında bir zincir boğazımda
Sıkar sıkar gevşetemem, ağlayamam
Ayda yılda bir kaçamak
Kaçsak bile yaşama bak
Dokuz altı yollarında gülmek yasak!

Savrulmuşuz odalara 
Bahara, dağlara hasret
Şu gördüğün döner koltuk
Sanki ömür törpüleyen rulet!"

12 Ağustos 2012 Pazar

rakamzen


"Hiç pişman olmayacağımı bilerek, sorgulamadan hep peşinden gittim sevdiğimin. Augusto Pérez; gibi -tam da umudumu kesmişken- yeryüzündeki bir harikaya gönlümü verdim, onun sayesinde diğer güzelliklerin farkına vardım. Yaşama amacımı aradım, bulduğumu sandım; fakat beni yaratan çoktan kaderimi çizmiş, hasta yatağımda son sözümü o’nun adını söyleyecek şekilde beni terk etmişti. Arda; gibi her dokunduğum kadında Melis'i aradım daha sonra. dünyayı dolaştım ama yetmedi… Hep eksik olan bir şey vardı. Yeraltı’na girdim. Ne yalnız başına refahı, ne de yalnız başına acıyı yeğledim. Zverkov’la aramın açık olmasına rağmen o veda şölenine katıldım, yedim, içtim, dağıttım… Gıli gıli Salih gibi kolera sokağında zamanı okşayamadım. Ele avuca sığmadım, serserilikle delikanlılığı aynı kefeye koymadım. Savruldu raconun pelerini o zarif ökeme, zaman ki bana hasta oldu, incelikli haytaydım. tutumlu bir hüzünle açıldı hep aşk piyasası… Tek bir soru vardı aklımda hep “Madde mi ağır? Mana mı?” Mösyö Meursault oldum sonra her bir sorumun cevabı “fark etmez…”di. Raskolnikov gibi işlediğim suçların kendimce hep haklı bir sebebi vardı. Müstahak gibi geçmişe dair hiçbir iz bırakmadım zihnimde, baştan yeniden başladım. En sonunda Werther gibi genç bir aşığın bütün bunalımlarını yaşadım. Lotte’nin elleri titreyerek verdiği silahı öptüm, kokladım. Her şeye bir nokta koydum. Sulusepken yağarken tabutumu gömdürdüm. " 
Dedi rakamzen.

Rakamzen: "Yazan, hesaplayan" diye yazıyor sözlükte. 12 senedir bir çok anı ve on numara adam diye geçiyor özlükte. Yaşanan o acı vedadan sonra bir de bu de bu kısa ayrılık geldi çattı. Rakamzen'i 156 günlüğüne yeşil bir üniforma ile faşizmin kollarına uğurlayacağım gece, bir sigara yakıp veda havası çalmak istedim. Zeytinyağlı barbunya, kavun, beyaz peynir ve kulüp rakısı ile yaşanan o "sefa pezevengi" akşamların haşarı çocuğu şimdilik kendine iyi bak... Her ne kadar sen soğuk bir ocak günü dönecek olsanda, çektire çektire söylüyorum " sana söz yine baharlar gelecek"

Bu arada unutmadan onlar sana "o şeyleri" zorla ezberlettirmeden, benim kendi istibdat günlerimde yazdığım şu sözleri bir kağıda yaz ve cüzdanının zulasında sakla. Nöbetlerde okursun...

1) İnsanları bir araya getiren, coğrafyayı ülke yapan; demir korkusu değil! İnsanca yaşamanın onurudur. Onur herhangi bir şekle sığmaz.

2) Kalem komutların üzerindedir. DOLDURulamaz, BOŞALTılamaz, EMNİYETE ALınamaz.

3) Kestikçe saçlarımı, altından köklere işlemiş ne düşünceler çıkıyor.

4) Kağıttan yapılan gemiler batmaz, uçaklar düşmez. Çünkü onlar çocuksu eserlerdir.

5) Üşüyorsan fikrine sarıl...


2 Ağustos 2012 Perşembe

A.B.C

"Evet, yolun sonunda iki adam, şiirin bile fayda etmediği, 
çünkü şiir çaredir bir bakıma ölüme, özellikle de son dize ve her şeye çengel atan kafiye."




Annelerimizin güzelce yıkayıp, jilet gibi ütülediği mavi önlükler üzerimizdeydi. O yıllarda, bazen kücük adamlar bazen de kocaman çocuklar oluyorduk. Aslına bakarsan biz, bu araftan bir ömür boyu kurtulamayan kısa pantalonlu fırlamalardık. Biraz daha açarsak kalemin ucunu, yazgının envayi çeşit roller verdiği hayatta, senaryoyu çok da umursamayan, acayip oyunculardık.

İlkokulda seni ilk gördüğüm günler hayal meyal aklımda... Yanaklarında belli belirsiz çiller vardı, yüzündeki çiller, yıllar içinde silindi gitti. Sonra, yuvarlak camlı, kahverengi bir gözlüğün vardı. O camların altından bakardı siyah gözlerin, kısık kısık gülerdin. Bir de  senin "doğuştan modelli" dediğin siyah, sert saçların vardı. Sonraları A. ile benim saçlarım tel tel dökülürken, senin bitki örtünü anlamaya çalışırdık. Ve sesin. Büyüdükçe tonunu bulup kulağıma kazındı! O zamandan belliydi birlikte bas bariton küfürler edeceğimiz.

Hatırlamadın mı o zamanları? Bak hani kovalamaca oynarken önlüğümüzün yaka düğmesinin koptuğu, top oynadıktan sonra  okulun arka bahçesindeki çeşmelere ağzımızı dayayıp kana kana su içtiğimiz, hani harçlığı alınca kantinden buz gibi fruko alıp kafaya diktiğimiz zamanlar vardı ya işte, o dönemden bahsediyorum. hatırladın değil mi? O zamanlar A. Beşiktaşlıydı hani, senin yüzünden  sonra Galatasaraylı olmuştu.

Hayat sürüyor, zaman geçiyordu  ve onca şey ile birlikte bizde değişiyorduk. Hazırlıktı, ortaokuldu derken aynı sıralarda usul usul büyüdük, boyumuz uzadı, sesimiz çatallaştı, sakallarımız çıkmaya başladı. En çok da bu ara makara yapıyordunuz benimle. Sıra ile okul kapısından sınıflara girerken müdür hep benim sakalıma karışıyor, siz derse girerken beni berbere gönderiyordu.

Derken geldi çattı lise, kendi tavımızda dövüldüğümüz, on numara kafa çekip otuz iki dişimizle güldüğümüz, hıçkıra hıçkıra ağlayıp bir gün bile birbirimizi yalnız bırakmadığımız, ayağımızda kumlu terliklerle dersaneye gidip, çıkışta kale yamacında çekirdek yiyip şarap içtiğimiz bitmeyesice  yıllar...

Üniversiteye gittiğimizde zaten tüketmiştik çoğu yaşanmışlığı, bok var her şeyi erkenden görünce ne olacaksa!   İyiden iyiye belirgenleşti yüz çizgilerimiz. Hatta okul bitince iş güç kovalayacağımız aklımıza  gelmeye başlamıştı. Sürekli, siktir et diyip şimdi içinde bulunduğumuz günleri ötelemeye çalışıyorduk. Dönünce kaldığımız yerden devam etmek için enteresan planlar yapıyorduk.


Ve biliyor musun, hep sorarlar bana ne zaman başladın kalem oynatmaya, yazı yazmaya diye? Bak işte itiraf ediyorum. Lisedeydik, hani benim aileden ayrılıp yalnız yaşamaya başladığım meczup mahzeni, geyik meclisi  o ev vardı ya? Hani altında tekel bayi olan şer yuvası.. İşte sen yine bir akşam aradın beni, ben tam da öss bokuna ders çalışmaya niyetliydim, gıcır bir test kitabı açtım pinekliyordum o esnada. Canım sıkılıyor konuşalım demiştin. Eyvallahı duymadan da kapıyı çalmıştın, elinde münferit poşetlerle. İşte o gece sen  eve döndüğünde, ben de derse tekrar döneyim istedim; ancak kafamın göt gibi olması nedeniyle kalem başka amaca yöneldi. Hiç unutmam o alman karıdan kalma yeşil kağıtlardan birisini aldım önüme ve başladım bir şeyler yazmaya.. İşte katrankaranın müsebbihi de sensin.


Berhan'ım! kardeşim, sen yoksun artık. 3 yıldır direndiğin o lanet hastalık seni aldı aramızdan ve biz sütten kesilmiş bebe gibi kalakaldık. Nefesimiz kesildi, kör bıçakla doğradılar etimizi, kızgın demirle deştiler ciğerimizi. Gözyaşlarımız taştı, dudaklarımız kurudu. Anlamlandıramadık, anlayamadık bu vedayı. Beraber geçen yirmi iki koca senenin her bir anını, seni beklerken A.  ile   birlikte o gece yeniden yaşadık. Ben böyle bir sessizliğin geceyi yırttığını daha önce hiç duymadım. Daha önce hiçbir bekleyiş canımızı  böyle yakmadı. Birbirimize sarılıp çok ağlamıştık; ancak hiçbir hıçkırık yumruk yemiş gibi oturmamıştı boğazımıza!

Şimdi sen söyle? Adını hangi dağa bağırsam içim hafifler? Hangi deryayı, denizi yutsam içimin yangını söner? Hangi kağıt hangi kalem yaşanmış o yılların anılarını yazmaya yeter? Gözlerimi nereye assam yaşları kurur? Neleri alıp içsem senin vedanı bize unutturur?

Üzerine toprak bırakırken, sanki kocaman bir dağ üzerime yıkıldı. Ama sakın yanlış anlama, onlar toprak değil; orada üşüme diye sana giydirilmiş tertemiz bir libastı...


24 Temmuz 2012 Salı

ütopyalar güzeldir

Sesi aç!


Düşten de mor bir aşkı, yaşadın da gittin yar
Bir gittin ki sus oldu, pusa büründü hisar
Bir vapur dumanıyla sanki gelecek gibi
Bir gün gelecek elbet ütopyalar güzeldir

Onu bana verseler vermeseler ne yazar
Ben bir kadın sevdim ki evim artık gül kokar
Bir vapur dumanıyla sanki gelecek gibi
Bir gün gelecek elbet, ütopyalar güzeldir.
ÜTOPYALAR GÜZELDİR...

söz&müzik: Ferhan Şensoy

21 Temmuz 2012 Cumartesi

Kaotik Salyangoz/2



Ateşlediği sigarasından çıkan duman varlığını öksürüklerle hatırlatan ciğerlerin dehlizlerinden geçerken, Tekin kahve fincanına uzandı. Kahveden aldığı ilk yudumla ezbere bildiği o tadı ağzında hissetmenin garip hazzı ile rahatladı. Katran yayan, kahve ve sigaranın koalisyonu ile oluşan iktidarın bir gün devrilmesinden korkuyordu. Bu korkuyu en çok kalp çarpıntısıyla uyumaya çalıştığında yaşıyordu. Kalbi ağır, aksak bir roman havası çalıyormuş gibi çarpıyordu. Gittiği ilk doktor Tekin'in kalbinde çalan bu makamın adını bile koymuştu. "Ritim bozukluğu" demişti bu makama. Tekin rahatsızlığını öğrenince sorgulamadı. Değişmesi ya da düzelmesi için bir şey yapmayı da düşünmedi. Kalp diye bir organ olduğunu hatırlamasına yardımcı olduğu için bu düzensizliği bile sevmeye başladı.

Bu arada derin bir iki nefes ile yarılanmıştı sigarası. İç solunum yollarında seyahati bitmiş dumanı burnundan üflerken "bugün ne yapsam" diye düşünmeye başladı. Sigarasını kül tablasına çırpıp, ucunu üçgen yaparken "ne yapacağım? Tabiki dün ne yaptıysam bugün de onu yapacağım" dedi yüksek sesle. Tekin bu durumu son zamanlarda sıkça yaşıyordu. O an aklından geçen cümle, istem dışı dışarı çıkıyordu. Düşüncelerinin tahliyesine şaşıyordu. Aklından taşan kelimeler dudağından dökülene kadar müdahale kabul etmiyordu. Bu vaziyetini düşünürken, yine durduramadan kendini "Yalnızlık, sonu şizofreni olan bir yolda, hiç gelmeyecek bir  otobüsün beklendiği duraktır." dedi. 

Sigarasını kül tablasında öldürüp hızla kalktı yerinden. Bu fevri hareket masanın üzerinde duran kaleme ve çekmecede duran deftere ulaşmak içindi. Kabuğu soyulmamış bu cümleler aklına geldiğinde eğer evdeyse hemen deftere geçiriyordu. Dışarıda ise hemen hemen sadece bu amaç için kullandığı cep telefonuna tuşluyordu. Bu şekilde doldurduğu defterleri liseden beri yatağının altında saklıyor, bir şehirden ya da bir evden taşınacağı zaman da kolilediği ilk şeyler bu defterleri oluyordu. Biten defterleri ara sıra açıp okuduğunda ise çirkin el yazısının referansında yazdığı cümlelerin tarihine bakarak, o ana dönmeye çalışıyordu. 

Ağzından çıkan o cümleyi deftere not aldıktan sonra girdiği psikozdan kurtulmak ve mevcut sessizliğe müdahale etmek için televizyonu açmak istedi. Kısa bir süre aradığı televizyon kumandasını yastığın altında buldu. Televizyon açılırken gözleri, duvarda asılı saate kaydı. Saatin uzun çubuğunun, kısa çubuğundan farklı bir yerde olduğunu, ince çubuğunun ise sürekli bir devinimle, aynı hızla döndüğünü görüp başını tekrar televizyonun ekranına çevirdi.  İşte bu kadardı Tekin'in saatlere bakış açısı. Onun için zaman mefhumu, güneşin yeryüzündeki konumuna göre belirleniyordu. En geniş anlamı ile gece ve gündüzden farklı bir zaman dilimini, detayları ve saatin o an kaç olduğunu merak etmeyi bırakalı çok oluyordu. Hatta o günün pazar olduğunu da mahalledeki sessizlikten ve torbayı almak için kapısını açtığında Murat ve Özlem'in paspasına bırakılmış gazetenin pazar ekinden anlamıştı.

Tüm eski televizyonlar gibi Tekin'in de televizyonunun sesi, görüntüsünden önce geliyordu. Kanepeye iyice yaslanıp başını anlamsızca sağa eğdikten sonra ekrana bakmaya başladı. İlk açılan kanala biraz şans vermek istedi. O kanala ve sonrakilere kendi zaman kavramına göre bir küfür boyu dayanabildi. Beceremediği şeylerden birisi de televizyon izlemekti. Aslında hep özenmişti televizyona kilitlenip gün içinde olup biteni unutan insanlara. Tekin'in o zamana kadar televizyon karşısında en fazla oturabilme süresi, henüz eşinden boşanmadığı ve sarhoş olduğu bir kış gecesi, televizyon yayınlarının kesilmesi ile ekranda çıkan siyah beyaz karıncalara dalıp, karısının gözlerinin içine bakarak gelip elinden kumandayı aldıktan sonra televizyonu kapatma süresi kadardı. Tekin gözlerini odanın uzak köşesine dikip o geceyi hatırladı...

Tekin'in eşi Derya, merkezi İstanbulda olan bir dış ticaret firmasının Ankarada bulunan bürosunda çalışıyordu. İşe Tekin ile evlendikten sonra babası Nazım Bey'in referansı ile girmişti. Firma için gerekli dış ticaret mevzuatını takip ediyor bunun yanı sıra ilgili kurumlarla yazışmaları yapıyordu. Derya'nın işe başladığı dönemde, önceleri gün içinde sürekli birbirlerini arıyor, bir an önce akşam olmasını isteyen cümleleri biri bitirmeden diğeri kuruyordu. Güneşi zorla batırıp, mesaileri törpülemek isteyen bu telefonlar zamanla azalmış hatta son dönemlerde yalnızca akşam ne yiyeceklerine ilişkin sığ konuşmalara dönmüştü.

O akşam da Tekin işten çıkmadan Derya'yı aramıştı. Son zamanlarda sık sık olduğu üzere Derya'nın mesaiye kalacağını öğrenmişti. Tekin telefonda kabul eder bir ses tonu ile "peki" dedikten sonra atkısını ve paltosunu alıp sokağa çıkmıştı. Derya gece yarılarına kadar kaldığı mesailer ile kariyer basamaklarını koşar adım çıkarken, Tekin çalıştığı muhasebe bürosunun bulunduğu Cinnah Caddesinden, Tunalı Hilmi Caddesinin başındaki meyhaneye iniyordu.Haberlerin o gece beklediği kar, Tekin'i Kuğulu Park'a geldiğinde yakalamıştı.    Tekin istifini bozmadan paltosunun yakasını kaldırıp yoluna devam etmişti. Mesai çıkışı tektekçilerin müdavimi olduğu meyhaneye girip bir kaç parça meze ve otuzbeşlik rakı söylediğinde saat yediye geliyordu.

Tekin içinde bastırılamayan bir sıkıntı ve özlemle ilk iki kadehini daha buzları erimeden bitirmişti. Kalanı ise, masada yalnız olduğunu görüp yanına oturan, meyhanenin sahibi Çerkez Hüsrev ile birlikte içmişti. Saat on gibi Tekin hesabı istedi. Hüsrev'in hesap ile birlikte gönderdiği domuz sıkısı yolluğu içip masadan kalktığında saat onbire geliyordu. Tekin Hüsrev'in taksi çağırma teklifini reddedip yürümek istediğini söyleyerek meyhaneden çıkmıştı. Çıkar çıkmaz bir sigara yakıp eve doğru yürümeye başlamıştı. Tekin oturdukları sokağa vardığında köşe başındaki büfenin açık olduğunu görmüş, tereddüt etmeden adımlarını sıklaştırmıştı. Rakının üzerine biraz cila fena olmaz diye dolaptan üç dört bira alıp tezgaha koymuştu. Biraların parasını ödeyecekken, Deryanın da olacağı ve iki üç biraya hayır demeyeceği düşüncesi ile dolabı tekrar açmış, ona da bira almıştı.


Tekin bira paralarını ödeyip sokağa çıktığında, evlerinin sokağa bakan odasının ışığının yanmadığını görmüş ve o an elindeki poşeti yere vurup küfretmek istemişti. Yapmadı. Tekin kayıtsız bir sarhoşluğa beş kala, cebinden çıkardığı anahtarları önce apartman kapısına, sonra da evlerinin kapısına hınçla sokup çevirmişti. Ağır adımlarla eve girerken, boğuk bir sesle "Derya" diye seslenmişti. Derya yoktu. Gelmemişti eve... Tekin ciğerinden bıçaklanmış gibi bir acı ile oturma odasına geçip poşetten çıkardığı biraları masaya dizmişti. İlk birayı açarken saatin oniki olduğunu görmüş, Derya'yı beklerken oyalanmak için televizyonu açmıştı...

17 Temmuz 2012 Salı

Yalnızlık Mevsimi


Gülümsüyor bana  bakıp:
"Bir şehri yakmak için illa ateşe, kibrite ihtiyacın olmaz. Benim için İzmir, yanmış bir kentti. 
Beynimde öyle bir şehir yoktu. Sanki orada hiç yaşamamış, orada hiç nefes almamıştım."

Görsel: Kader(Zeki Demirkubuz)/2006/Kordon


6 Temmuz 2012 Cuma

Kaotik Salyangoz/1


Tekin, biraz daha uyuma isteğini geldiği yere göndererek ağır hareketler ile yatağından doğrulup otuz yıldır taşıdığı bedenini banyoya götürdü. Çalıştığı yerden ayrılana kadar her sabah tıraş olmak için karşısına geçtiği aynaya bakmadan yüzünü yıkadı. Su ile bitirdiği dününden, bugüne yine su ile geçiyordu. Sevmiyordu yüzünü kurulamayı. Damlaların kendi yolunu bulmak için sakallarında yaptığı yolculuğu hissetmek, içinde kalan tutkulu canlıya ait son kırıntılardı. Banyonun ışığını kapatıp sokak kapısına yöneldi.

Kapıyı açtığında, gözü karşı komşusunun paspasına ilişti. Geçen kış genç bir çift taşınmıştı Tekinin karşı dairesine. İsimlerini kapı zilinden öğrenmişti “Özlem ve Murat”. Eve giriş çıkışlarda nadir de olsa karşılaşıyorlardı. Özlemin safdil bir hareketinden Murat’ın sürekli şehir dışına gitme zorunluluğu olan bir meslekte çalıştığını tahmin etmişti. Murat ne zaman göreve gitse, Özlem kendini daha güvende hissetmek için kocasının ayakkabılarından birini paspasa bırakıyor, kocası dönünce de içeri alıyordu.  Murat ne zaman göreve gitse böyle oluyordu ve o ayakkabılar bir haftadır paspasın üzerindeydi. Tekin “Yalnız kalmaktan korkuyor kadın, yalnız bırakılmaktan ödü kopuyor” diye aklından geçirirken, “diğer tüm kadınlar gibi” cümlesi çıkıverdi ağzından.  Söylediğini kendinden başka kimsenin duymamasına rağmen irkildi, anlamsızca sağa sola bakıp kapı koluna asılmış; içinde ekmek, süt ve sigara olan torbayı alıp kapıyı kapattı. Tekin’in hayatında, isteği dahilinde rutin olan tek şey o torbanın her gün kapısının koluna asılmasıydı ve poşettekilere bakıldığında bir kediden tek farkı sigara içmesiydi.  

Poşetten çıkardığı ekmekten bir parça koparıp içine biraz peynir tıkıştırdı. Elindeki ekmeği ısırdıktan sonra artık kanıksadığı, bir deri gibi üzerine yapışan, ezbere bildiği vaziyetinin o günkü devam filmini çekmek için oturma odasına yürüdü. Saman sarısı bir mevsim bunaltısına uygun olsun diye kahverengi kanepeye oturdu.

Kapı eşiklerine, duvarlara, pencere pervazlarına, perdelere bile sinmişti defaatle süren monologları. Zaten hemen hemen kimse kalmamıştı çevresinde. Kimi taşınmış, kimi uzaklaşmış, içlerinden daha şanslı olanlar ise ölmüştü. Tekin’in yaşadığı sessizlik neredeyse İsa’dan önce başlamış ve araya giren hiçbir milat, hiçbir devrim o sessizliği kesememişti. Sessizliği yok edemese bile bölmeyi deneyen sesler elbette oluyordu. Sokakta top oynayan çocukların bağrışmaları, alt sokaktaki hastaneye hasta taşıyan ambulansın sireni, kapının önünden geçen seyyar satıcıların çığırtkanlıkları, hava karardığında ciğerlerinden yükselen hırıltılı öksürükler, karşı apartmanların balkonlarından arsızca evine giren bira kokulu kahkahalar ve yakın zaman önce penceresine yuva yapan kumru ailesinin sesi… Bazen sırayla bazen de aynı anda mevcut sessizliği bastırmaya çalışıyordu. Hepsi, hepsi o kadardı…

Önceleri istememişti kumruları, “Mutsuzluğa açılan bir pencereye yuva kurulmamalı” diye inşa halindeyken yuvalarını bozmayı düşünmüştü. Ayrıca; ya alışırlarsa ya  içeri girip yalnızlığının tahtı olan kanepeye sıçarlarsa çekincesi de vardı. Ancak  kovalamaya bile gerek duymadı, zaten onlar da herhangi bir mevsimin başında ya da sonunda çekip gider diye düşündü. Hayatından giden diğer tüm "mevsimlik canlılar" aklına geldi. Gülümsedi… Gülümsemesi beklediğinden de uzun sürdü. Çünkü, bir gün anahtarı kilidin içinde çevirip kapıyı açmasıyla kumruların kendisini beklediği fikri, içinde bastırılamayan bir “hoş geldin” beklentisi ile aklının en gereksiz olaylarını bile canlandıran kısmında baş köşeye oturmuştu.

Evin arka bahçesinde onca ağaç, çimen, bitkimsi olmasına rağmen Tekin’in bahçeye dair saygı duyduğu tek şey,  o bahçenin pencere önünde içilen sigaralardan arda kalan izmaritlerin mezarlığı olmasıydı. Baş ve orta parmakların sıkıştırmasıyla öldürülen onca sigara eskisi, bahçe ne kadar sulanırsa sulansın bir zarar silsilesi olarak toprağa karıştığı için, yerine hiçbir şey çıkartmıyor, kül tablasının içinde kalan akrabalarına el sallayamadan idam edilmiş suçüstüler gibi şekilsiz yatıyordu.

Aslına bakılırsa Tekin de evinin içinde herkesten gizli botanik bir hayat kurmuştu. Saksısı olmayan çiçekler gibi gözlerini duvar diplerine dikiyordu. Evin her odasının her köşesinde soluksuz, sessiz, dönüşen ve düşünen bakışları vardı. Bazen bahar yağışları ile bazen de kendi bünyesinden tahliye olan yaşlar ile büyüyordu dikilenler. Gün geçtikçe boy attı, hepsi dal verdi, tomurcuklar yayıldı etrafa, sarıl sarmaşık düşünceler duvarlara yayıldı. Şaşılası derecede özensiz bir büyümeydi bu. Topraksız, hatta çoğu zaman güneşsiz. Dört mevsimin cansızıydı o bakışlar. Susadı…

Kahve yapmak için kalkıp mutfağa yürüdü. Isıtıcıya su doldurup düğmesine bastı. Tekin ömründe yaptığı en iyi şeyi yaparken, yani beklerken mutfak tezgahına dayanıp düşündü. "Pazar ne kadar da insan seçen bir gün" diye geçirdi içinden. Pazar günü ve getirdikleri, hayatın uçurumunu temsil ediyordu. Takvimlerde herkes için aynı harflerle yazan gün, herkesçe aynı şekilde yaşanmıyordu ve kocaman bir tual olan hayatta renk cümbüşünü en çok pazar günü temsil ediyordu. Pazar sabahı; “hijyenik mesleklerde çalışıp, daha hijyenik emekliliklerini bekleyenler için haftanın yorgunluğunun atıldığı, uykuya eşdeğer bir sığınma noktası, cumartesi gecesi kasıklarına ağrılar girene kadar sevişmekten yorgun düşenlerin sabah birbirlerini gördüklerinde üç beş saat önce yaşadıklarını hatırlatan sevimsiz bir ayna, önceki gece gırtlağına kadar doldurduğu alkolü rezil bir bar tuvaletine ya da sokak lambasının direğinin dibine çıkarıp uyumuşlar için tarif edilemez bir baş ağrısı deneyimi, özenle hazırlanmış bir kahvaltı masası başında oturan geniş aile bireylerinin birbirlerini sanki o hafta hiç görmemiş gibi yaptıkları suni sohbetlerin gereksiz mizansenleri, uyandığında sayılan diğer hayatları düşünen; ancak sadece düşünmekle kalan, düşününce değil çalışınca karnı doyan pazar çalışanları için de küfürle uyanılan haftanın günlerinin yedincisi” demekti. Hepsi ve daha niceleri saklıydı pazarın içinde. 

“Peki ya benim için? Benim için ne ifade ediyor bugün” diye düşünürken. Su ısıtıcısından gelen “tak” sesi ile irkildi Tekin. Kaynayan su, kaynamaya başlayan düşüncelerini yaktı, eritti. Az önce düşündüklerini unutup kahve kavanozu ile fincanını çıkardı dolaptan. Ölçülü şeyleri sevmediği ve ölçüsüz yaşanması gerektiğine inandığı  için kahveyi kaşık kullanmadan boşalttı fincana göz kararı. Kahvenin içine koyulan, şeker ve süt de, sigara ağızlıkları gibi Tekin için doğallığı bozan gereksizler listesindeydi.

Kahve fincanı elinde, onu mutfağa götüren adımların peşi sıra döndü odaya. Döndüğünde, bu kez, dünyada yalnızlığı en iyi temsil eden şey olarak nitelendirdiği tekli koltuğa oturdu. Elindeki fincanı koltuğun solunda duran sehpaya koydu ve sehpada duran paketten bir sigara çıkardı. Sevmiyordu çakmakla sigara yakmayı, üzerinde “vasati kırk çöp” yazan ancak içinde üç beş çöp kalan kibriti ateşledi. Sayıyordu Tekin, hiçbir şeyi saymayı sevmese de kibrit çöplerini sayıyordu. Bir keresinde tam kırk yedi tane çıkmıştı kutudan, şaşırmıştı...

Devam edecek...



30 Haziran 2012 Cumartesi

itiraf


"Acı çekmek bir şey değil ama neyin acısını çektiğini bilmemek kahrediyor insanı..."

Demirkubuz/2002

26 Haziran 2012 Salı

Hayal Kırıklıkları Kitabı




"Su testisi, sen kırılana kadar su yolunda gider."


"Yaşarken böyle görmüyordum durumu. Çünkü yaşayan herkesin bir geleceği vardır. Sadece ölüler gerçek anlamda hayatlarının bilançosunu çıkarabilir, çünkü artık yaşamaları gerekmiyordur. Yaşamak zorunda olan kişiyse, ne kadar saçma ve gerçeklikten uzak olsa da, günün birinde tecrübelerinden ders alacağına ve hayatındaki kimi şeyleri değiştireceğine inandırır kendini. Daha iyi yapacağına.

Yürümesini, yemek yemesini ve konuşmasını öğrenir, bunun amacını sorarız kendimize. Dil, tarih ve coğrafya, matematik ve fizik öğrenir, bunun amacını sorarız kendimize. Aşık olur ya da olmaz, evlenir ya da evlenmez, çocuk yapar ya da yapmaz ve bunun amacını sorarız kendimize. Tembel tembel yatar, gezintiye çıkar, görevlerini yerine getirir, okur ve bunun amacını sorarız kendimize. Yaşar ve bunun amacını sorarız kendimize... Bir tek ölürken her türlü soru gereksiz hale gelir."


"Her zamanki megolamanimizle kendimizi ve dünyayı yeni baştan keşfettiğimize inanır, ama aslında hep aynı kalıbı tekrarlarız. Yeni düşüncelerle düşündüğümüzü sanırız, ama bunlar hep düşünülmüş düşüncelerdir. Küçük sapmalarla. Dünyayı izler, sevinç duyar, güler ya da ağlarız ve dünyayı kendimize has bir şekilde izlediğimizi, kendimize has bir şekilde sevinç duyduğumuzu, kendimize has bir şekilde güldüğümüzü ya da kendimize has bir şekilde ağladığımızı sanırız. Ama dünyayı, bizden önceki herkesin yaptığı gibi izleriz. Yaşlandığımız için mutlu oluruz, tıpkı büyümeyi bekleyen çocuklar gibi; köpeklere güler, erkekler, kadınlar ya da çocuklar yüzünden ağlarız; anımsar ama sonra anımsamayız; dünyanın üzerine bir peçe iner, sonra kalkar, ardından yeniden iner ve kalkar. Doğarız ve ölürüz. Hepimiz."

"Her şeyin eskisi gibi olabileceğini düşünürüz hep. Ama bu doğru değildir. Hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. Hiçbir şey. Kırışıklar hiçbir zaman düzleşmeyecektir. Ne duruş bozukluklarımız, ne görme, işitme duyularımızdaki zayıflıklar ne de eklemlerimizdeki hasarlar giderilebilir cinstendir. Bir bacak kırığı, her şeyi değiştirir; tıpkı her burkulma, her deneyim, her aşk ve her sitem gibi. Her şey ardında izini bırakır. Özellikle de hayat.."