8 Eylül 2013 Pazar

Aylul




"Aylul" ya da herkesin bildiği  kullanımı ile "eylül", Süryanice bağ bozumu, üzümlerin toplanma mevsimi demek. Kainatın en masum ve bir o kadar tehlikeli meyvesi olan üzümlerin tabiat ile göğüs göğüse birleşmesi ile şarap olmasının arifesi.

İşte böyle bir ayın ilk günlerinde açtım kalemimin ucunu, dudağımda kekremsi bir mayhoşluk ile... Suskunluk, elleri pazar filesinden acımış, yıpranmış, kıpkırmızı olmuş bir çocuğun taşıyamayacağı kadar yükü taşıması gibi zor.  Yazın son günleri ile güzün ilk günlerinin halvet olduğu, nefes yerine içimi umut ile doldurduğum, hiçbir ilköğretim kitabında yazmayan kimsenin bilmediği bu beşinci mevsimde ellerimi daha fazla tutamadım yastıkların altında. 

Hızlı geçen günler, baş döndüren gelişmeler, siyahın evveli sancılar, tekmil yeni günlere ve  mekanlara alışma hezeyanları, yürekten taşan sevgi, kelimelerin kadife keselerde saklanması, bir can'ı başka bir can'a ulamak için koşar adım bitirilen yirmi dört saatler, uykusuz ama düşlü geceler, mesaiyi umursamayan günaydınlar, ıslığı dilinde eli cebinde iç çekişler, dört yandan saran belkiler, olmayasıca keşkeler, her şeye rağmen insanı yaşadığına inandıran yemyeşil gözler, pamuk sözler, ılıman iklimler, tepilen kilometreler, söndürülen izmaritler, verilen sözler işte bu simsiyah ve dalında yüzünü güneşe dönmüş üzümlerin toplanması ve bitmeyecek aşkla şarap olması içindi...


Daha bir yıl bile olmadı, cebimde nüfus cüzdanı taşıdığım ancak; hüviyetimin olmadığı, avazım çıktığı kadar bağırmama rağmen sesimin çıkmadığı, uyandığım günün bir önceki günün kötü bir fotokopisi olduğu günleri elleriyle renkten renge boyayalı , örtük perdeleri, kapalı camları açıp havalandıralı, topladığı çiçekleri vazoya yerleştireli...
Avuçları ile örttü üşüyen avuçlarımı, göz bebeklerini dikti gözlerime...

Uzak yolların ardından, bitmeyen uğraşlardan, sıcacık yuvasından, dünyanın en olması gereken tesadüfünden, şansından, kaderinden, eleminden, neşesinden çıkıp geldi ömrüme, üç oda boş salon yüreğime; varlığım, düşüm, yarınım, hüznüm, gülen yüzüm, soluğum, susuzluğum...

Hasılı bu eylülün sonu... Kocaman bir şarap yudumu...

Söylüyorum "Evet!"


16 Mart 2013 Cumartesi

Dal Goncayı Bir Sabah



Dal goncayı bir sabah açılmış buldu,
Gül melteme bir masal deyip savruldu
Dünyada vefasızlığa bak; on günde
Bir gül yetişip, açıp, solup kayboldu.

 Sen acırken bana, hiçbir günahımdan korkmam
 Benle oldukça; yokuş, engebe, yoldan korkmam
 Beni ak yüzle diriltirsin a Tanrım, bilirim; 
 Defterim dolsa da suçlarla, siyahtan korkmam.

Gıyasettin Ebu'l Feth Bin İbrahim El Hayyam

28 Şubat 2013 Perşembe

Onca Yoksulluk Varken

...Ama onu da anlamak gerekir, çünkü elinde kalan tek şey yaşamdı. İnsanlar yaşama her şeyden çok önem verirler. Dünyadaki bütün öbür güzel şeyleri düşündüğümüzde, bu bayağı garip bile gelebilir. 



"Bence iyi uyuyanlar dürüst olmayanlardır. Çünkü hiçbir şeyi takmazlar, oysa dürüst insanlar gözlerini kırpamazlar, her şeyi dert edinirler. Yoksa dürüst olmazlardı."


"Bir insanın en önemli parçaları kalple kafadır, en pahalıya patlayanlar da onlardır. Kalp durursa artık işinizi eskisi gibi yürütemezsiniz, kafa her şeyden kopup doğru dürüst işlemeye başlarsa da kişi niteliklerini yitirir, artık yaşamdan hiçbir yarar göremez. Sanıyorum yaşamaya çok gençken girişmek gerekir, çünkü sonradan bütün değerinizi yitiriyorsunuz, kimse de size bağışta bulunacak değildir."


"...ama ben pek öyle mutluluk meraklısı değilimdir, yaşamı yeğlerim yine. Mutluluk bir süprüntü, acımasızın tekidir, ona asıl yaşamasını öğretmek gerekir. Aynı yolun yolcusu değiliz biz onunla, hiç de yüz vermem kendisine. Henüz hiç politika yapmadım, çünkü hep birinin yararına oluyor, ama mutluluğun domuzluk etmesini engellemek için birtakım yasalar gerekir. Size aynen düşündüğümü söylüyorum, haksızım belki, ama mutlu olmak için iğneler yaptıracak değilim. Allah kahretsin. Size mutluluktan söz etmeyeceğim artık, çünkü bir şiddet nöbetine tutulmak istemiyorum, ama mösyö Hamil anlatımı olmayan şeylere yatkınlığım olduğunu söylüyor. Asıl, anlatımı olmayan şeyleri deşmek gerekir, diyor, asıl oralarda dönüyor her şey."


"Dünyada o kadar bol miktarda ilgisiz var ki, aynı anda hem dağa hem deniz kıyısına gidilemeyen tatillerdeki gibi seçmek zorunda kalıyorsunuz. Dünyadaki ilgisizliklerin içinde en çok hangisi hoşunuza gidiyorsa onu seçmek zorundasınız, insanlar hep bu tip şeylerin arasında en iyi ve en pahalı ne varsa onu seçerler, milyonlara mal olan naziler ya da vietnam gibi. Geçmişinde zaten yeterince acı çekmiş, asansörsüz bir altıncı kattaki bir yahudiyle gereken ilgiyi çekip televizyona geçecek değildik tabii, yok artık deve. İnsanın ilgisini çekmek için milyonlar gerekir, milyonlar, onlara da içerlememeliyiz, çünkü sayılar küçüldükçe verilen değer de o denli azalır."

11 Şubat 2013 Pazartesi

+1


Yeni yaşımda yeni umutların, yeni yaşamın ilk günü... Belki de yeniden doğdum.

6 Şubat 2013 Çarşamba

Ankara

"Yolculuk etme çılgınlığı topofobiden kaynaklanıyor, filotopiden değil; çok yolculuk yapan, vardığı yeri arayan değildir, ayrıldığı yerden kaçarcasına çekip gidendir." diye bir kısım çengellemiştim Miguel de Unamuno'nun SİS isimli kitabında. 



Hiçbir zaman dar alan milliyetçisi olmadım. Hiçbir şehri diğeri ile kıyaslamadım. Karşıma hep aynı soru ve yüzler çıkması nedeniyle şehirlerden ne nefret ettim ne de aşk ile bağlandım. Sonuçta insanlar vardı her yerde ve hiçbir insan ikametgahı  farklı diye gözüme  farklı görünmedi. Şehirler farklı olsa da içlerini dolduran insanlar aynı olduğu için;  yaşadığım, içinden bir kere bile geçmiş olduğum şehirlere bakış açım hep aynıydı. 

Ve Ankara da bunlardan birisiydi benim için. Burada yaşadığım tüm  güzellikler, acılar, şaşkınlıklar, beklentiler, huzursuzluklar, heyecanlar ve daha nice haller bir kaç cümlede anlatılacak kadar tuzsuz ve kısa değil muhakkak. Ancak, kısa değil diye tümüyle kestirip atmak ise en hafif tabiriyle onca zamana saygısızlık olacağı için en yalın ve bana özel hallerini paylaşmak istedim.

Ankarayı hep kitaplar ile birlikte anacağım, buraya geldiğimden beri o kadar çok kitap okumuşum ki, taşınırken 6-7 koli kitap paketlerken şaşırdım. Benim için; AŞTİ'de bile kitap tezgahlarının bulunması Ankara'nın başkent olmasından daha önemli bir olgu olarak sürekli hatırlanacak.

ve bunun yanı sıra ilk olarak bir aralık gecesi banliyo treninde hissettiğim ayazını, insanın psikolojisinin içine sıçan kuru bozkır sıcağını, sanki koca şehir sözleşmiş gibi boşalan yaz tatillerini, pantolon paçalarının düşmanı "tüküren kaldırımları"nı, her mevsim huzurlu ağaç gölgeliklerini, insanları izlemekten sarhoş olamadığım Sakarya Caddesindeki saçma sapan barlarını, her gün üzerinden geçmeme rağmen tesiri hiçbir zaman üzerimden gitmeyen Tunalı Hilmi Caddesini, kimsenin sevmemesine rağmen benim çok sevdiğim gri renkli gökyüzünü, hava karardıktan sonra boş sokaklarını-bulvarlarını, hiçbir zaman içlerinde ne iş yapıldığını anlamadığım kocaman taş binalarını, takım elbiseli ve kıdemli bıyıklarını, "fikrim"i, "biber"i, çiftlikte ünlenmesine rağmen benim için Gençlik Caddesinde efsane olan kokoreçini, bitmek bilmeyen öğrenci eylemlerini ve memur yürüyüşlerini, Neşet Ertaş'ı, bozlağını, kaşığını, "sen benim kim olduğumu biliyor musun"u, kuğulu parkını, proleter hikayelerini, kıyak meyhanelerini, tatlı su solcularını-ucuz spartaküslerini, önünden geçerken içeri girenlerin hikayelerini merak ettiğim pavyonlarını, la bebe'ni, fıskiyelerini ve hepsini özetleyen tevazu içindeki yaşamını...
unutmayacağım Ankara.




katrankara artık istanbulda.

27 Ocak 2013 Pazar

Nilüfer



Ben oraya koymuştum, almışlar.
  Arasına sıkışık saatlerin.
Çıkarır bakardım kimseler yokken;
Beni bana gösterecek aynamdı, almışlar.


Kışken ilkyaz, sularımda açardı;
Buzlu dağlar gerisine kaçıracak ne vardı?
Eski defterlerde sararmış yaprak.
Beni bana gösterecek anlamdı, almışlar.


Bir ışıktı yanardı yalnız gecelerde;
Akşam, çiçekler uykuya yattı,
Sardı karşı kıyıları karanlık
Beni bana gösterecek lambamdı, almışlar!

Behçet NECATİGİL



15 Ocak 2013 Salı

Bir Garip Aşk Öyküsü

"Arzu kendi başına masumdur, dedi. Günah olan arzuya karşı tutumumuzdur."


"Onu -en az kendisinin sevdiği kadar- sevdiği kadından yoksun bırakmak içini acıtıyordu... Sonra bir kıskançlık dalgasına kapıldı. Kıskançlık, aşkın yas giysileri içindeki hazin gölgesiydi, ağızda kurşun tadı bırakan minyatür bir ölüm. Bu duygunun nesnesi daha az saygın bir ahlak olabilirdi, ama kıskançlık üzerine pazarlık yapılamazdı, onun kendi hayatı vardı; kıskançlık aşkın iltihaplanmış körbağırsağıydı." 

"İnsan bir hayat yaşadığını sanır, diye içinden bir sesin tısladığını duydu, ama hayat bizim içimizde yaşar be biz onu tükettiğimizde, bizsiz devam eder."

"Platon Şölen adlı eserinde, aşkın kökenine dair şöyle bir öykü anlatır: Eski çağlarda ne erkek ne de kadın, ama bunların değişik karışımları varmış. Bunlar iki yüzlü, dört kollu, dört bacaklı, dört ayaklı vb. imiş. Bu yaratıklar birbirlerine sırt sırta bağlıymışlar, bu nedenle hem ileri hem de geri gidebiliyorlarmış. Bazıları iki erkekten, bazıları iki kadından, üçüncü ve en büyük grup da yarısı erkek yarısı kadından oluşuyormuş. Bu dört ayaklı ilk insanlar, diyor Platon, öylesine iktidar düşkünüymüşler ki, onların bu iktidar açlığı tanrıları tehdit ediyormuş. Bu nedenle Zeus, güçlerini zayıflatmak için onları ikiye ayırmış. Böylece kadın ve erkek ortaya çıkmış. 
Ama onlar tekrar birleşip, eski biçimlerine dönmeyi özlüyorlarmış. Platon böyle diyor, sonra da Barfuss tekrarlıyordu: Aşk iç içe girme geçme özlemidir." 



Çok acayip kitap,  tam bir yeraltı edebiyatı denmez ama bence okuyun.  Kitap özeti;


 "On dokuzuncu yüzyılın başlarında, filozof Kant’ın da doğum yeri olan Königsberg’deki bir genelevde bir hilkat garibesi doğar. Doğarken annesinin ölümüne sebep olan bu canavarımsı yaratık sağır, dilsiz ve ürkütücü bir şekilsizliktedir. Ne var ki çok gizli bir yeteneğe de sahiptir: İnsanların zihnini okur, kalplerinin en derininde olup biteni bilir. Herkül adı verilen bu bebeğe hayatın bahşettiği en büyük armağan, onunla aynı gün genelevde dünyaya gelen güzeller güzeli Henriette Vogel ile birbirlerine duydukları kopmaz aşktır. Ama içinde yaşadıkları dünya –tahmin edebileceğiniz gibi– böyle bir aşkı kaldıramaz, âşıklar birbirlerinden uzağa savrulurlar. Yeteneği başına bela olan, çetin düşmanlar edinen Herkül, on dokuzuncu yüzyıl boyunca aşkının peşinde Avrupa’yı bir ucundan diğerine dolaşır. Tımarhaneler, ucube sirkleri ve manastırların içinden geçerken, dönemin yüksek kurumlarındaki mühim şahısların içyüzüne tanık olur, dehşete kapılır: Gözlerimizin önündeki, kan, hırs ve toplumsal baskıyla, çürüme ve kutsalın kötüye kullanılmasıyla dolu bir tarihtir. İnsan olmanın anlamını sorgularız kahramanımızla birlikte, ama her şey bir yana, garip de olsa sarsılmaz bir aşk öyküsüdür dinlediğimiz. Güzel ve çirkin, saygın ve alçak, yüce ve düşük gibi kavramlarımızı yerinden oynatan, aşkın, nefretin ve duyguların gücünü vurgulayan Carl-Johan Vallgren’in bu müthiş romanı, günümüz İsveç edebiyatının öndegelen yapıtlarından biri."

9 Ocak 2013 Çarşamba

eşittir.


Bazen bir kamyon laf söylemek, meramını anlatmak istersin. Sonra derince bir suskunluk çöker ve sadece bir sigara dumanı boşluğuna yer verecek kadar kapatırsın dudaklarını. Tek kelime etmeden susarsın. Dönüp baktığında, zilyon kelimeden oluşan cümleler kurmanla, hiçbir şey söylemeden susmanın gölge boyunun günün her saatinde birbirine eşit olduğunu görürsün. Zira anlaşılmak, sanılanın aksine tek yönlü bir seyahattir. Senin tüm söylediklerine rağmen karşındaki anlamak istediğini ya da içinden geçeni anlıyorsa, zayi edilmiş cümleler kurarak anlaşılmamak ile hiç konuşmadan anlaşılmamak arasında kalırsın. Sonuç en nihayetinde aynıdır, sana konuşup konuşmama tercihi kalır. Hiçbir arafa  benzemeyen bu durum, sonsuz bir baş ağrısı ve bir kalp çarpıntısı ile gelir oturur mono düşüncenin ortasına.   Yıllar boyunca, farklı ses tonları ile "Eski, tozlu, anlaşılmayan kelimeler kullanan, sıkıcı, renksiz, heyecansız" birisi olarak nitelendirildiysen konuşmaman senin yararınadır. 

Senin için artık ne bulunduğun yerin ne de saatin hükmü vardır. O an her şey durağanlaşmıştır. Soru işaretleri kanatır derini, küf kokar bildiklerin ya da bildiğini sandıkların. Birbirinden uzak, bağlantısız şeyler geçer gözünün önünden. Paslı bir geçmişin varsa, metalik yaştopları durumu iyice zorlaştırır. Yerinden kıpırdamayı düşünmezken kontrol edemediğin düşüncelerin, seni hiç olmadık yerlere götürür. Senin dışında gelişir her şey. Yapabildiğin tek eylem, beynindeki düşüncelerin yoğunluğu ile gözünü diktiğin duvar köşesine bakarken, parmaklarını yakan ve sönmeye teşne sigarayı alıp küllüğe defnetmektir.

Cevabı olmayan tüm sorular pantolonun paçasından, gömleğinin kollarından girip tüm vücudunu sarar. Keşkeli, belkili bir sürü cevabın o an hiçbir işe yaramadığını daha önceki tecrübelerinden anlaman ile soruları baştan çözmüşsündür. Ateşler içinde yanan yüreğini söndürmek sadece buzdolabı mesafesindedir. Şekerli ve soğuk sıvıların karaciğere gönderilmesi kısa vadede olayı biraz olsun çözümler. Alkol bazen hastane dışında da pansuman için kullanılır. 

Garip bir şekilde aynada kendine bakarsın. Neden anlaşılamadığını sorgularsın. Aynada kendine bakan göz bebeklerinin titremesiyle önce bunun bir yazgı olduğunu düşünürsün. Bir tebessümün yüzüne en son ne zaman kamp kurduğunu hatırlamaya çalışırken, gözlerinin altında uykusuzluktan ve yorgunluktan oluşan keselere dikkat kesilirsin. Her zaman, her şeyin bir bedeli olduğunu hatırlayarak rahatlarsın biraz. O şişkin gözlerin senin gerçeğin,  kararlarının bedeli olduğunu hatırlaman ile hakkını verdiğin yaşamını bir zemheri ayazı gibi iliklerine kadar hissedersin. O an göz altı torbaların  bunca yaşanmışlığı içinde biriktiren bir gayya kuyusu, bir hediye sepeti gibi gelir.

Uyuşan beyninin labirentlerinde ne aradığını unutmuş, konuşsa ne diyeceğini, sussa nasıl dayanacağını bilmez bir halde yürürken her adımda anlamsızca geriye dönüp bakarsın. Bu septik düşünce, geleceğinin ya da sonraki adımının muhakkak geçmişinin bir yerlerinde saklı olmasındandır. Bir şey bir kere öyle olmuşsa sanki hep öyle olacakmış fikri, aksi yaşanana kadar her insan için her zaman geçerlidir. Bu nedenle tekerrür kelimesi kadehin içinde vaftiz edilmiştir. 

Aslında öyle olmamasına rağmen, renksiz gibi görünen hayatının siyahları her yanını sarmıştır. İçinde barındırdığı renklerin hepsi tedavülden kalkmış, sıkıcı, eksik, kuru anılar gibi ortaya çıkar. Uzun uzadıya ettiğin laflar, gelip sarar her yanını. Sarmaşık kelimeler içinde  boğulacak gibi olursun. Önceki gün pişmesine rağmen bitmemiş bir yemek gibi yüzünü buruşturur hissettiklerin. Bildiğin, belki de söküp çıkarmaya çalıştığın şeyler gelip oturur boğazına. Sıkılırsın, dört duvar üzerine gelir...

Bir hışımla evden çıkmalara gebesindir. Merdivenlerden kaç adımda indiğinin farkına bile varamadan sokak kapısının soğuk demiri sana hava durumu hakkında en reel tahmini verir. Zaten üzerine en kalın "sen"i giyinmişken hasta olman, üşütmen mümkün değildir. Varsın olsun soğuk diye sokağın köşesini dönerken ateşlediğin sigaranın dumanı, soğuktan ağzından çıkan dumanla girift olur. Nereye gideceğini düşünmeden sokağa çıkan birisinin fiziksel komutlarını veren beyninin görevlerini o dışarıda olduğu sürece bacakları yerine getirir. Zira o sırada beyin; ya düşünceleri dondurup içinde olduğu bedeni bir et parçasına çeviriyordur ya da aklından geçenleri ipe dizip lunaparklardaki beş atışa marlboro düşürme oyununu oynuyordur. Bacaklar o sokağa yürürse o sokağa, bu yöne giderse tereddütsüz o yöne gidersin. Senin için artık beyin götten bile daha değersiz bir organ olmuştur.

İfrazat gibi kendini sokağa salan birisi sağlıklı bir insana dönene kadar adımlarını bir sonrakine ekler. Yürür. Nedensiz, hissiz, solgun, kızgın, ürkek, beklentisiz, korkusuz, yalnız ve yorgun adımlar ile yürür. Bu durum çoğu zaman yoğun bakımdan çıkma evresine benzer. Atılan her adım sakinleşmen ve kendine gelmene yardımcı şifa kaynağıdır, ilaçtır.  Tüm ilaçların olduğu gibi bunun da doz aşımının zararı vardır. Yürürken geçen dakikalar arttıkça evde bıraktığınız aklınızdan gitgide uzaklaşır, her zaman hikayesi merak edilen nereye yürüdüğü hiçbir zaman bilinmeyen meczuplara benzemeye başlarsınız. Saat ya da adres sormak için yaklaşan birisi yüzünüzün ifadesinden korkar ve istem dışı adımlarını sizden uzaklaştırır. Nöbetinin bitmesini bekleyen üniformalıların dikkatini çeken de ilk sen olursun. Kamu düzeni ve güvenliği açısından kimlik istenmesi de çok olasıdır. 

Yürüyen bir et parçasına dönenler için en temel matematik formülü, beyin evde kalmasına rağmen çabucak ezberlenir. Formül belli "Sigara=Acı/Yol". Bu formülden yola çıkarak değişkenlerin biri senin içinde çoktan kök salmışken, diğerini belirlemek tamamen spontanedir. 

Adımlar seni tekil bir dünyaya götürür, yalnızlığın en somut hali soğuktan daha fazla hissedilir halde vücudunu sarar. İşe yaramayan, beğenilmeyen, istenmeyen ve ne yapsa kimseye yetemeyen birisi olsan da, kullanılıp atılan bir mendil gibi logar kapağından süzülüp   şehir foseptiğine karışamayacağın için, zamanın seni çürütüp yok etmesini beklersin. Umutla başladığın her günün tavanının üzerine çökmesiyle uzaklaştığın çevrende nefes alanlardan fazlası olur.

O günden sonra her geçen gün derini daha da bularsın katrana. Her şeyi örten siyaha sığınırsın. Sonsuz bir sessizliğin, dev bir yalnızlığın içinde hayati fonksiyonlarını en aza indirgeyerek botanik bir yaşam sürersin. Saksısından taşan çevre hayatları izlerken sorduğun sorular bir çocuğun merakı kadar samimidir. Artık ölümüne kadar geçireceğin tüm hastalıklarda canın yansa bile sesin çıkamayacak, tüm yaştopları içine akacaktır. Defalarca yaşadığın olaylar, hem his anlar, fotokopi acılar ve adaş geceler tekerrür nedeniyle seni hissiz, soluk, sessiz, sadece nefes alan bir yaratığa dönüştürecektir. Muhakkak bu değişim bir gece ya da bir an içinde olmadı, doğduğun andan itibaren yaşadıkların nedeniyle gerçekleşti. Seni doğurduğu gün mutlak bir sevinçle gözlerinin içine bakan kadının gözleri artık sana bakarken yaşlanacak, kendi kaderinden ayıramadığı kader çizgine paralel ve bir elmanın küflenip yok olması gibi yavaş yavaş bitişini kahrolarak izleyecektir.

Düşünme, yürümeyi kes artık, dön artık evine...

7 Ocak 2013 Pazartesi

Ezilenler

"Yüzüm kara da olsa herkesinkinden daha kara değil"




"....Gerçi her şeyi açıkça konuşmalı: Sinirlerim bozuk olduğundan mı, yeni evimi yadırgadığımdan mı, yoksa yakında geçirdiğim bir üzüntüden mi ne, karanlık basar basmaz yavaşça mistik korku adını verdiğim bir ruh hali gelir üzerime; bu durum şimdi hastayken sık sık tekrarlanıyordu. Bu, benim de kestiremediğim, akla sığmayan, normal hayatta rastlanmadığı halde gayet cismani, hatta belki şu anda bile aklın sıraladığı bütün delillerle alay edercesine, kaçınılmaz, korkunç, iğrenç, merhametsiz bir varlık halinde karşıma dikilebilecek, acı, azap verici bir korkuydu. Bu korku genellikle, aklın söylediklerini dinlemez, gittikçe artardı; ondan sonra dimağ daha keskin bir açıklıkla işlemeye başlardı, bununla beraber duygulara karşı koymaktan acizdi. Akıl söz dinlemez, faydasızlaşır, bu ikileşme de ürküntümü artırır, acı dolu bir bekleyişe çevirirdi. Ölülerden korkan insanların duydukları sıkıntı da böyle bir şeydir sanırım. Ama benimkinde tehlikenin belirsizliği bu azabı daha güçlendirdi. "


"...Son derece iyi, ama zayıf, sinirli kişilerde ara sıra böyle olur; iyiliklerine rağmen üzülmek, öfkelenmek, onları sanki sarhoş eder, bundan zevk alırlar ve mutlaka başkalarına, suçsuz, çoğunlukla da en yakınlarından birine çatarlar. Örneğin kadınlar, ortada incir çekirdeğini dolduracak bir sebep yokken kendilerini mutsuz, kırgın hissetmek ihtiyacı duyarlar. Pek çok erkek de böyle durumlarda kadınlara benzer, üstelik ruhça zayıf, kadın tabiatlı erkekler de değildir bunlar."


 "...Size sanırım hiç bilmediğiniz bir tabiat sırrı açmak istiyorum. Bana şu anda günahkar, hatta belki de alçak, ahlaksız, sefih diye adlar verdiğinizden eminim. Ama bakın şimdi size ne diyeceğim. Keşke imkan olsaydı da (ki insan tabiatı için bu asla mümkün değildir) herkes, hepimiz, benliğimizin en gizli köşelerini olduğu gibi açığa vurabilseydik; başkalarına, hatta en yakın dostlarımıza, sırası gelince kendimize bile itiraf etmekten çekindiğimiz ne varsa, hepsini korkmadan ortaya dökebilseydik, dünyayı saracak kokudan hepimiz boğulurduk. Parantez içinde söyleyeyim, toplumu düzenleyen yasalar, görgü kuralları bu bakımdan iyidir zaten. Derin bir fikir gizlidir bunlarda; ahlaki olduğu iddia edilmeyecek ama, koruyucu, bize rahatlık sağlayan bir fikir. Bu da azımsanmamalı, çünkü ahlak da rahatlıktan başka bir şey değildir, yani rahatımız için icat edilmiştir..."


"...Nelli ağır bir hakarete uğramıştı, yaraları henüz pek tazeydi. Garip davranışlarıyla, bizlere cephe alarak gösterdiği güvensizlikle sanki yaralarını deşmek istiyordu. Deyim yerindeyse, acısını körüklemenin verdiği üzüntüden zevk alıyordu...Bu zevk bana da yabancı değildi. Kaderin baskısı altında ezilen daha niceleri uğradıkları haksızlığın üstüne üstüne gitmekten acı bir zevk duyarlar. 


"... Sevdiğine sırf sevdiği için işkence etmenin de tadına varmıştı ve belki de 
bu yüzden kendini feda etmeye bu kadar hevesliydi."