17 Aralık 2012 Pazartesi

BAŞKALDIRAN KURŞUnKALEM

"Cepte sakin dururken kalemtıraş, cebin astarını deler başkaldıran kurşunkalem. 
Sanki bir ereksiyon söz konusu. Erek belli, siyon yok..."


"...O bir yandan, benim bağımsızlığımı ilan edip bir evim oluşuna imreniyor, öte yandan, dört tabure, bir katlanır masadan ibaret yaşantıma üzülüyor. Tüm hesapları ters çıkmış tüccarın deniz kıyısında oturup, zor kalkan fersiz elleriyle denize taşlar atması mı yoksa yaşadığımız?"



10 Kasım 2012 Cumartesi

serim


"Ben onu ararken o yoluma çıkıverdi. Bir şey bulmak acaba bu mu?
 Birisi aradığı görüntüyü bulduğu zaman, bu, görüntünün arayışı sezinleyip ona doğru gelmesi değil midir? "

 

Kadın; çevresine örülmüş duvarların arasında sıkılmış, çok sesli tüm susuşlarını yutkunmuş, düş ile gerçeğin arasında, söz ile susuşun savaşında, bilinen kelimelerin anlatmaya yetmediği, hiçbir şeyin üzerini örtemediği kadar özel, tatlı bir sarhoşluk yaratacak kadar güzel, tasvire şayan yeşil gözleri tatlı su birikintisi gibi karşısında duranı içine çekerken; kış güneşi kadar sıcak, alarga diyecek kadar hırçın, saçları örülü bir ilkokul öğrencisi kadar heyecanlı ve çalışkan...

Adam; boşluğun içinde, dalından kopmuş bir yaprağın savurganlığından hallice, aklındaki gizleri okuduğu sayfalarda arayan, izleri ise kalem aracılığıyla başka sayfaların arasına hapseden, gerçeklere pamuk yastık gibi sarılan, kocaman bünyesi ile yolları arşınlayan, aklında nevi şahsına münhasır geleceği tahayyül eden, modern çağların tutsağı..

Birbirlerinin varlığından habersiz ve sessiz, ne ara bittiği anlaşılmayan yazın sonunu bir türlü gelemeyen sonbahara uğurlarken; kadın mühim kağıtlar ve çok sıfırlı defter yapraklarının arasında, geleceğinden ödünç aldığı saatleri tırtıklıyor, adam ise bunaldığı telefonlardan kaçar adım uzun bir koridoru geçerek gittiği sigara alanında dumanları göz ucuyla süzüyordu. Kadın içinde kaybolacağı siyah bir geceyi düşlüyor, adam ise bir amaç ile uyanacağı gündüzü bekliyordu.


Yağmura hasret toprağın suya kavuşması gibi, gök gürültüsü olmadan birbirlerine yağdı kadın ve adam! Doğal afetlerin en büyüğü olan "aşk"ın yolunda, yalnızlığın sonunda, huzurun sınır boyunda. Şaşkınlığın hülasası sürdü biraz, heyecan gergefinden taştı, birikenler avuçları ıslattı, susulanlar bir şimşek gibi havayı aydınlattı ve sevmenin kıblesine döndü adımlar. 

Bugüne kadar olan biten silindi, kadir kıymet bilindi ve sözü söze ulayarak, adam dedi ki;
"Bana yeniden sevmeyi öğret. Ellerinde bir pencere camı gibi kırılacağım.
Anadilimin son harfi ol. Senden sonra hiçbir sözcüğe başlamayacağım.
Senden sonra hiçbir sözcüğe başlamayacağım!

28 Eylül 2012 Cuma

eylül



Bir türlü gelemeyen sonbaharın mevsimsel sıkıntısı gibi kasıldıkça kasılıyor bedenim. Sıkılan yumrukların arasından çiçek açmasına temenni bir düşün, kendi içinde sızlayan belirsizliği arasında lime lime edilmiş cümlelerin, hadım edilmiş fikirlerin ayyuka çıkmasıyla sicim sicim akıyor yaşlarım...

İnsanlardan bu kadar kaçarken, onların içinde neden bu kadar çok bulunmak zorunda olduğum fikrini hep bir sigara izmariti  gibi küllüğe söndürürken, "katrankara" gözlere insan kaçması, duman kaçmasından daha da can yakan bir durum olarak hep karşıma çıkıyor.

Sarhoş bir sessizliği tercih edip cümle kağıtların ve kitap sayfalarının arasında nefeslenmek isterken, çatlamış topraklara yağan sağanak yağmur gibi kuru düşüncelerim ıslanıyor, bilinmeyen ve gereksiz onca cümle kurmuş dudaklarımı alkole esir ediyorum. 

Tadını alamadığım bir sigarayı kibrit ile ateşleyip, saf dil sözlerimin bir otogar emanetçisine bırakılan valizler gibi sağa sola atılmasını izliyorum. Panzehirini bilmediğim hayatı, bir ilaç şişesi gibi üstünkörü kafama dikiyorum!











25 Eylül 2012 Salı

Ne yemek ne içmek ne tadım kaldı.

Daha dün akşam yemeğimizi yemiş, pinekliyorduk evde cani ile
Haberlerde durumunun ağırlaştığını öğrenince dedim;  olur da çıkamazsa hastaneden o zaman biz iflah olmayız diye...



"Gonul dagıma" kar yağdı. Babam ölse bu kadar üzülmezdim.
Bir röportajında soru soran gazeteciye "Ben az bilir, az söylerim siz çok anlayın" demişti.
Hayatım boyunca dinlerken hep çok anladım, hep çok ağladım.


Hep sazını  canlı dinleyeceğim, bir iki  duble  içip yutkuna yutkuna iç çekeceğim, bir iki duble daha içip zangır zangır ağlayacağım, matiz olunca da sigarayı sigaradan yakıp susup oturacağım bir konserine gidebilmeyi düşlemiştim. Kısmet olmadı...
Sazında ve sözünde, akın da garanın da hakkını verirdi, gurban olduğum!
Her türküsü, her bozlağı ciğerimi deşerken ustayı ben en sevdiğim türküsüyle anacağım bu gece..


 


Ruhu şad olsun.

11 Eylül 2012 Salı

Toprağın Çocukları

"Ümidi gerçekten bilenler, ondan mahrum kalmak istemezler. Ümitlerini kaybetmezler..."



Hasanoğlan Köy Enstitüsü özelinde, Köy Enstitülerini konu alan Toprağın Çocukları isimli film 14 Eylül'de vizyona girecek. 1940'lı yılların başında değişen konjonktüre uyum sağlamak amacıyla, ithal ikameci sanayileşme politikasına geçişte kalkınma hamlesine köylerden başlamak istenmiş; bu nedenle de Sovyetler Birliğinden esinlenerek Köy Enstitüleri kurulmuştur. Rol model olarak alınan bu mektepler, daha sonra ne hikmetse! Truman Doktrini çerçevesinde gelen yardımların kesilmesi endişesiyle "günümüzde bu konuda en çok yaygara koparan parti" tarafından kapatılmıştır. Kapatılma hadisesi, kendisini "ortanın solu" olarak gören bu partiye yakışan bir ironi ile "bu mekteplerin komünist yuvası  olarak görülmesi"  acziyetinde saklıdır. Neyse fazla siyaset yazıp "okları" üzerime çekmeyeyim. Filme geçeyim..


Yönetmenliğini Ali Adnan Özgür'ün yaptığı filmin oyuncu kadrosu bence on numara şaheser. Erkan Can, Bahtiyar Engin, Şebnem Sönmez, Suzan Kardeş ve Ufuk Bayraktar gibi inanılmaz karakter oyuncularına sahip film maalesef! her ilde ve her sinemada gösterilemeyecek. Aslında bu durum bile ayrı bir yazı konusu olabilir. 2012 yılında hala bazı kitapların yasaklanmasından bahsettiğimiz bu ülke için böyle bir film bile çok  ama şimdi ekranın karşısında "ucuz spartaküslük" yapmanın alemi yok. Neyse ben kamu vicdanı için duyuru/hatırlatmamı yaptım. İzleyen olursa efendicene yorumunu yazar..



4 Eylül 2012 Salı

oblomov

Bu mutlu insanların inancına göre hayat olduğundan başka türlü olamaz, olmamalıdır; 
zaten herkes de onlar gibi yaşıyordur, başka biçimde yaşamak günahtır. 


Belki de uykulu ve uyuşuk bir hayatın sonsuz sessizliği, hareketsizliği, maceraların, tehlikelerin, korkuların yokluğu, insanı gerçek hayatın ortasında bir hayal dünyası yaratmaya götürüyor ve işsiz düşüncesi bu hayal dünyasında istediği gibi at oynatıyor, ya da olanın bitenin nedenini onun dışında arayarak en tabii olayları, onlarla hiç ilgisi olmayan nedenlere bağlıyor. 


Derdi olduğu zaman duyduğu üzüntü yağmurda şemsiye açmak kabilindendi. Üzülmesi de uyuşuk bir tevekkülden ziyade bir öfkeye benzerdi.
Istırabına sabırla katlanırdı, çünkü sebebini başkalarında değil, kendinde arardı. Sevinçleri de yoldan çiçek toplar gibi koparır ve daha solmadan atardı.; böylece her zevkin dibindeki acı tortuyu tatmazdı. 
Onun istediği, hayatı basit görmek ve olduğu gibi almaktı. Hayat sorunlarını çöze çöze zorluklarını daha iyi takdir ediyor ve yolunun yanlış yönde gittiğini görüp de doğru yolu bulunca içinden bununla övünüyor ve mutlu oluyordu. 
Kendi kendine çok defa: " Basit yaşamak çok zor, çok karışık bir iş" diyordu. Hayat yolunun nerede düğümlendiğini, işin nerede bozulduğunu çabucak görürdü. 
En çok korktuğu şey hayaldi. Bu ikiyüzlü yol arkadaşı, bir bakıma dost, bir bakıma düşman; inanmadığın zaman dost, tatlı akışına kapılıp gittiğin zaman düşman..."

17 Ağustos 2012 Cuma

ara


"Antalya, dünya üzerinde kendine ait güneşi olan tek kenttir. Bu güneş ısıtmaz ama ıslatır. Kanser yapmaz ama kan kusturur. Irkçı bir orospu çocuğudur. Turisti bronzlaştırırken, çalışanı buharlaştırır. O kadar erken doğar ki geceyi kimse anımsamaz. Güneş Antalya'ya Isparta'dan yakındır. Kirpik terletir, dudak yapıştırır...."(Malafa)


 

Özellikle son bir haftadır beynimin ırzına geçen, döner koltukta göt çürüttüren ve buna "uzmanlık" diyen çarktan kaçıp biraz nefes almak için; vergi, analiz, süreç, envanter vb. saçma sapan sözcükleri çıktığım kapının arkasında bırakarak, o kapının anahtarını da denize atmak için artık bir tarafı hep eksik kalacak Attalosa gidiyorum...

Beyaz yakalı, hijyenik ortamlara mola, kaka çocukların arasına karışınca sakallar fora!

15 Ağustos 2012 Çarşamba

Dokuz Altı Yollarında



."...Dokuz altı yollarında bir zincir boğazımda
Sıkar sıkar gevşetemem, ağlayamam
Ayda yılda bir kaçamak
Kaçsak bile yaşama bak
Dokuz altı yollarında gülmek yasak!

Savrulmuşuz odalara 
Bahara, dağlara hasret
Şu gördüğün döner koltuk
Sanki ömür törpüleyen rulet!"

12 Ağustos 2012 Pazar

rakamzen


"Hiç pişman olmayacağımı bilerek, sorgulamadan hep peşinden gittim sevdiğimin. Augusto Pérez; gibi -tam da umudumu kesmişken- yeryüzündeki bir harikaya gönlümü verdim, onun sayesinde diğer güzelliklerin farkına vardım. Yaşama amacımı aradım, bulduğumu sandım; fakat beni yaratan çoktan kaderimi çizmiş, hasta yatağımda son sözümü o’nun adını söyleyecek şekilde beni terk etmişti. Arda; gibi her dokunduğum kadında Melis'i aradım daha sonra. dünyayı dolaştım ama yetmedi… Hep eksik olan bir şey vardı. Yeraltı’na girdim. Ne yalnız başına refahı, ne de yalnız başına acıyı yeğledim. Zverkov’la aramın açık olmasına rağmen o veda şölenine katıldım, yedim, içtim, dağıttım… Gıli gıli Salih gibi kolera sokağında zamanı okşayamadım. Ele avuca sığmadım, serserilikle delikanlılığı aynı kefeye koymadım. Savruldu raconun pelerini o zarif ökeme, zaman ki bana hasta oldu, incelikli haytaydım. tutumlu bir hüzünle açıldı hep aşk piyasası… Tek bir soru vardı aklımda hep “Madde mi ağır? Mana mı?” Mösyö Meursault oldum sonra her bir sorumun cevabı “fark etmez…”di. Raskolnikov gibi işlediğim suçların kendimce hep haklı bir sebebi vardı. Müstahak gibi geçmişe dair hiçbir iz bırakmadım zihnimde, baştan yeniden başladım. En sonunda Werther gibi genç bir aşığın bütün bunalımlarını yaşadım. Lotte’nin elleri titreyerek verdiği silahı öptüm, kokladım. Her şeye bir nokta koydum. Sulusepken yağarken tabutumu gömdürdüm. " 
Dedi rakamzen.

Rakamzen: "Yazan, hesaplayan" diye yazıyor sözlükte. 12 senedir bir çok anı ve on numara adam diye geçiyor özlükte. Yaşanan o acı vedadan sonra bir de bu de bu kısa ayrılık geldi çattı. Rakamzen'i 156 günlüğüne yeşil bir üniforma ile faşizmin kollarına uğurlayacağım gece, bir sigara yakıp veda havası çalmak istedim. Zeytinyağlı barbunya, kavun, beyaz peynir ve kulüp rakısı ile yaşanan o "sefa pezevengi" akşamların haşarı çocuğu şimdilik kendine iyi bak... Her ne kadar sen soğuk bir ocak günü dönecek olsanda, çektire çektire söylüyorum " sana söz yine baharlar gelecek"

Bu arada unutmadan onlar sana "o şeyleri" zorla ezberlettirmeden, benim kendi istibdat günlerimde yazdığım şu sözleri bir kağıda yaz ve cüzdanının zulasında sakla. Nöbetlerde okursun...

1) İnsanları bir araya getiren, coğrafyayı ülke yapan; demir korkusu değil! İnsanca yaşamanın onurudur. Onur herhangi bir şekle sığmaz.

2) Kalem komutların üzerindedir. DOLDURulamaz, BOŞALTılamaz, EMNİYETE ALınamaz.

3) Kestikçe saçlarımı, altından köklere işlemiş ne düşünceler çıkıyor.

4) Kağıttan yapılan gemiler batmaz, uçaklar düşmez. Çünkü onlar çocuksu eserlerdir.

5) Üşüyorsan fikrine sarıl...


2 Ağustos 2012 Perşembe

A.B.C

"Evet, yolun sonunda iki adam, şiirin bile fayda etmediği, 
çünkü şiir çaredir bir bakıma ölüme, özellikle de son dize ve her şeye çengel atan kafiye."




Annelerimizin güzelce yıkayıp, jilet gibi ütülediği mavi önlükler üzerimizdeydi. O yıllarda, bazen kücük adamlar bazen de kocaman çocuklar oluyorduk. Aslına bakarsan biz, bu araftan bir ömür boyu kurtulamayan kısa pantalonlu fırlamalardık. Biraz daha açarsak kalemin ucunu, yazgının envayi çeşit roller verdiği hayatta, senaryoyu çok da umursamayan, acayip oyunculardık.

İlkokulda seni ilk gördüğüm günler hayal meyal aklımda... Yanaklarında belli belirsiz çiller vardı, yüzündeki çiller, yıllar içinde silindi gitti. Sonra, yuvarlak camlı, kahverengi bir gözlüğün vardı. O camların altından bakardı siyah gözlerin, kısık kısık gülerdin. Bir de  senin "doğuştan modelli" dediğin siyah, sert saçların vardı. Sonraları A. ile benim saçlarım tel tel dökülürken, senin bitki örtünü anlamaya çalışırdık. Ve sesin. Büyüdükçe tonunu bulup kulağıma kazındı! O zamandan belliydi birlikte bas bariton küfürler edeceğimiz.

Hatırlamadın mı o zamanları? Bak hani kovalamaca oynarken önlüğümüzün yaka düğmesinin koptuğu, top oynadıktan sonra  okulun arka bahçesindeki çeşmelere ağzımızı dayayıp kana kana su içtiğimiz, hani harçlığı alınca kantinden buz gibi fruko alıp kafaya diktiğimiz zamanlar vardı ya işte, o dönemden bahsediyorum. hatırladın değil mi? O zamanlar A. Beşiktaşlıydı hani, senin yüzünden  sonra Galatasaraylı olmuştu.

Hayat sürüyor, zaman geçiyordu  ve onca şey ile birlikte bizde değişiyorduk. Hazırlıktı, ortaokuldu derken aynı sıralarda usul usul büyüdük, boyumuz uzadı, sesimiz çatallaştı, sakallarımız çıkmaya başladı. En çok da bu ara makara yapıyordunuz benimle. Sıra ile okul kapısından sınıflara girerken müdür hep benim sakalıma karışıyor, siz derse girerken beni berbere gönderiyordu.

Derken geldi çattı lise, kendi tavımızda dövüldüğümüz, on numara kafa çekip otuz iki dişimizle güldüğümüz, hıçkıra hıçkıra ağlayıp bir gün bile birbirimizi yalnız bırakmadığımız, ayağımızda kumlu terliklerle dersaneye gidip, çıkışta kale yamacında çekirdek yiyip şarap içtiğimiz bitmeyesice  yıllar...

Üniversiteye gittiğimizde zaten tüketmiştik çoğu yaşanmışlığı, bok var her şeyi erkenden görünce ne olacaksa!   İyiden iyiye belirgenleşti yüz çizgilerimiz. Hatta okul bitince iş güç kovalayacağımız aklımıza  gelmeye başlamıştı. Sürekli, siktir et diyip şimdi içinde bulunduğumuz günleri ötelemeye çalışıyorduk. Dönünce kaldığımız yerden devam etmek için enteresan planlar yapıyorduk.


Ve biliyor musun, hep sorarlar bana ne zaman başladın kalem oynatmaya, yazı yazmaya diye? Bak işte itiraf ediyorum. Lisedeydik, hani benim aileden ayrılıp yalnız yaşamaya başladığım meczup mahzeni, geyik meclisi  o ev vardı ya? Hani altında tekel bayi olan şer yuvası.. İşte sen yine bir akşam aradın beni, ben tam da öss bokuna ders çalışmaya niyetliydim, gıcır bir test kitabı açtım pinekliyordum o esnada. Canım sıkılıyor konuşalım demiştin. Eyvallahı duymadan da kapıyı çalmıştın, elinde münferit poşetlerle. İşte o gece sen  eve döndüğünde, ben de derse tekrar döneyim istedim; ancak kafamın göt gibi olması nedeniyle kalem başka amaca yöneldi. Hiç unutmam o alman karıdan kalma yeşil kağıtlardan birisini aldım önüme ve başladım bir şeyler yazmaya.. İşte katrankaranın müsebbihi de sensin.


Berhan'ım! kardeşim, sen yoksun artık. 3 yıldır direndiğin o lanet hastalık seni aldı aramızdan ve biz sütten kesilmiş bebe gibi kalakaldık. Nefesimiz kesildi, kör bıçakla doğradılar etimizi, kızgın demirle deştiler ciğerimizi. Gözyaşlarımız taştı, dudaklarımız kurudu. Anlamlandıramadık, anlayamadık bu vedayı. Beraber geçen yirmi iki koca senenin her bir anını, seni beklerken A.  ile   birlikte o gece yeniden yaşadık. Ben böyle bir sessizliğin geceyi yırttığını daha önce hiç duymadım. Daha önce hiçbir bekleyiş canımızı  böyle yakmadı. Birbirimize sarılıp çok ağlamıştık; ancak hiçbir hıçkırık yumruk yemiş gibi oturmamıştı boğazımıza!

Şimdi sen söyle? Adını hangi dağa bağırsam içim hafifler? Hangi deryayı, denizi yutsam içimin yangını söner? Hangi kağıt hangi kalem yaşanmış o yılların anılarını yazmaya yeter? Gözlerimi nereye assam yaşları kurur? Neleri alıp içsem senin vedanı bize unutturur?

Üzerine toprak bırakırken, sanki kocaman bir dağ üzerime yıkıldı. Ama sakın yanlış anlama, onlar toprak değil; orada üşüme diye sana giydirilmiş tertemiz bir libastı...


24 Temmuz 2012 Salı

ütopyalar güzeldir

Sesi aç!


Düşten de mor bir aşkı, yaşadın da gittin yar
Bir gittin ki sus oldu, pusa büründü hisar
Bir vapur dumanıyla sanki gelecek gibi
Bir gün gelecek elbet ütopyalar güzeldir

Onu bana verseler vermeseler ne yazar
Ben bir kadın sevdim ki evim artık gül kokar
Bir vapur dumanıyla sanki gelecek gibi
Bir gün gelecek elbet, ütopyalar güzeldir.
ÜTOPYALAR GÜZELDİR...

söz&müzik: Ferhan Şensoy

21 Temmuz 2012 Cumartesi

Kaotik Salyangoz/2



Ateşlediği sigarasından çıkan duman varlığını öksürüklerle hatırlatan ciğerlerin dehlizlerinden geçerken, Tekin kahve fincanına uzandı. Kahveden aldığı ilk yudumla ezbere bildiği o tadı ağzında hissetmenin garip hazzı ile rahatladı. Katran yayan, kahve ve sigaranın koalisyonu ile oluşan iktidarın bir gün devrilmesinden korkuyordu. Bu korkuyu en çok kalp çarpıntısıyla uyumaya çalıştığında yaşıyordu. Kalbi ağır, aksak bir roman havası çalıyormuş gibi çarpıyordu. Gittiği ilk doktor Tekin'in kalbinde çalan bu makamın adını bile koymuştu. "Ritim bozukluğu" demişti bu makama. Tekin rahatsızlığını öğrenince sorgulamadı. Değişmesi ya da düzelmesi için bir şey yapmayı da düşünmedi. Kalp diye bir organ olduğunu hatırlamasına yardımcı olduğu için bu düzensizliği bile sevmeye başladı.

Bu arada derin bir iki nefes ile yarılanmıştı sigarası. İç solunum yollarında seyahati bitmiş dumanı burnundan üflerken "bugün ne yapsam" diye düşünmeye başladı. Sigarasını kül tablasına çırpıp, ucunu üçgen yaparken "ne yapacağım? Tabiki dün ne yaptıysam bugün de onu yapacağım" dedi yüksek sesle. Tekin bu durumu son zamanlarda sıkça yaşıyordu. O an aklından geçen cümle, istem dışı dışarı çıkıyordu. Düşüncelerinin tahliyesine şaşıyordu. Aklından taşan kelimeler dudağından dökülene kadar müdahale kabul etmiyordu. Bu vaziyetini düşünürken, yine durduramadan kendini "Yalnızlık, sonu şizofreni olan bir yolda, hiç gelmeyecek bir  otobüsün beklendiği duraktır." dedi. 

Sigarasını kül tablasında öldürüp hızla kalktı yerinden. Bu fevri hareket masanın üzerinde duran kaleme ve çekmecede duran deftere ulaşmak içindi. Kabuğu soyulmamış bu cümleler aklına geldiğinde eğer evdeyse hemen deftere geçiriyordu. Dışarıda ise hemen hemen sadece bu amaç için kullandığı cep telefonuna tuşluyordu. Bu şekilde doldurduğu defterleri liseden beri yatağının altında saklıyor, bir şehirden ya da bir evden taşınacağı zaman da kolilediği ilk şeyler bu defterleri oluyordu. Biten defterleri ara sıra açıp okuduğunda ise çirkin el yazısının referansında yazdığı cümlelerin tarihine bakarak, o ana dönmeye çalışıyordu. 

Ağzından çıkan o cümleyi deftere not aldıktan sonra girdiği psikozdan kurtulmak ve mevcut sessizliğe müdahale etmek için televizyonu açmak istedi. Kısa bir süre aradığı televizyon kumandasını yastığın altında buldu. Televizyon açılırken gözleri, duvarda asılı saate kaydı. Saatin uzun çubuğunun, kısa çubuğundan farklı bir yerde olduğunu, ince çubuğunun ise sürekli bir devinimle, aynı hızla döndüğünü görüp başını tekrar televizyonun ekranına çevirdi.  İşte bu kadardı Tekin'in saatlere bakış açısı. Onun için zaman mefhumu, güneşin yeryüzündeki konumuna göre belirleniyordu. En geniş anlamı ile gece ve gündüzden farklı bir zaman dilimini, detayları ve saatin o an kaç olduğunu merak etmeyi bırakalı çok oluyordu. Hatta o günün pazar olduğunu da mahalledeki sessizlikten ve torbayı almak için kapısını açtığında Murat ve Özlem'in paspasına bırakılmış gazetenin pazar ekinden anlamıştı.

Tüm eski televizyonlar gibi Tekin'in de televizyonunun sesi, görüntüsünden önce geliyordu. Kanepeye iyice yaslanıp başını anlamsızca sağa eğdikten sonra ekrana bakmaya başladı. İlk açılan kanala biraz şans vermek istedi. O kanala ve sonrakilere kendi zaman kavramına göre bir küfür boyu dayanabildi. Beceremediği şeylerden birisi de televizyon izlemekti. Aslında hep özenmişti televizyona kilitlenip gün içinde olup biteni unutan insanlara. Tekin'in o zamana kadar televizyon karşısında en fazla oturabilme süresi, henüz eşinden boşanmadığı ve sarhoş olduğu bir kış gecesi, televizyon yayınlarının kesilmesi ile ekranda çıkan siyah beyaz karıncalara dalıp, karısının gözlerinin içine bakarak gelip elinden kumandayı aldıktan sonra televizyonu kapatma süresi kadardı. Tekin gözlerini odanın uzak köşesine dikip o geceyi hatırladı...

Tekin'in eşi Derya, merkezi İstanbulda olan bir dış ticaret firmasının Ankarada bulunan bürosunda çalışıyordu. İşe Tekin ile evlendikten sonra babası Nazım Bey'in referansı ile girmişti. Firma için gerekli dış ticaret mevzuatını takip ediyor bunun yanı sıra ilgili kurumlarla yazışmaları yapıyordu. Derya'nın işe başladığı dönemde, önceleri gün içinde sürekli birbirlerini arıyor, bir an önce akşam olmasını isteyen cümleleri biri bitirmeden diğeri kuruyordu. Güneşi zorla batırıp, mesaileri törpülemek isteyen bu telefonlar zamanla azalmış hatta son dönemlerde yalnızca akşam ne yiyeceklerine ilişkin sığ konuşmalara dönmüştü.

O akşam da Tekin işten çıkmadan Derya'yı aramıştı. Son zamanlarda sık sık olduğu üzere Derya'nın mesaiye kalacağını öğrenmişti. Tekin telefonda kabul eder bir ses tonu ile "peki" dedikten sonra atkısını ve paltosunu alıp sokağa çıkmıştı. Derya gece yarılarına kadar kaldığı mesailer ile kariyer basamaklarını koşar adım çıkarken, Tekin çalıştığı muhasebe bürosunun bulunduğu Cinnah Caddesinden, Tunalı Hilmi Caddesinin başındaki meyhaneye iniyordu.Haberlerin o gece beklediği kar, Tekin'i Kuğulu Park'a geldiğinde yakalamıştı.    Tekin istifini bozmadan paltosunun yakasını kaldırıp yoluna devam etmişti. Mesai çıkışı tektekçilerin müdavimi olduğu meyhaneye girip bir kaç parça meze ve otuzbeşlik rakı söylediğinde saat yediye geliyordu.

Tekin içinde bastırılamayan bir sıkıntı ve özlemle ilk iki kadehini daha buzları erimeden bitirmişti. Kalanı ise, masada yalnız olduğunu görüp yanına oturan, meyhanenin sahibi Çerkez Hüsrev ile birlikte içmişti. Saat on gibi Tekin hesabı istedi. Hüsrev'in hesap ile birlikte gönderdiği domuz sıkısı yolluğu içip masadan kalktığında saat onbire geliyordu. Tekin Hüsrev'in taksi çağırma teklifini reddedip yürümek istediğini söyleyerek meyhaneden çıkmıştı. Çıkar çıkmaz bir sigara yakıp eve doğru yürümeye başlamıştı. Tekin oturdukları sokağa vardığında köşe başındaki büfenin açık olduğunu görmüş, tereddüt etmeden adımlarını sıklaştırmıştı. Rakının üzerine biraz cila fena olmaz diye dolaptan üç dört bira alıp tezgaha koymuştu. Biraların parasını ödeyecekken, Deryanın da olacağı ve iki üç biraya hayır demeyeceği düşüncesi ile dolabı tekrar açmış, ona da bira almıştı.


Tekin bira paralarını ödeyip sokağa çıktığında, evlerinin sokağa bakan odasının ışığının yanmadığını görmüş ve o an elindeki poşeti yere vurup küfretmek istemişti. Yapmadı. Tekin kayıtsız bir sarhoşluğa beş kala, cebinden çıkardığı anahtarları önce apartman kapısına, sonra da evlerinin kapısına hınçla sokup çevirmişti. Ağır adımlarla eve girerken, boğuk bir sesle "Derya" diye seslenmişti. Derya yoktu. Gelmemişti eve... Tekin ciğerinden bıçaklanmış gibi bir acı ile oturma odasına geçip poşetten çıkardığı biraları masaya dizmişti. İlk birayı açarken saatin oniki olduğunu görmüş, Derya'yı beklerken oyalanmak için televizyonu açmıştı...

17 Temmuz 2012 Salı

Yalnızlık Mevsimi


Gülümsüyor bana  bakıp:
"Bir şehri yakmak için illa ateşe, kibrite ihtiyacın olmaz. Benim için İzmir, yanmış bir kentti. 
Beynimde öyle bir şehir yoktu. Sanki orada hiç yaşamamış, orada hiç nefes almamıştım."

Görsel: Kader(Zeki Demirkubuz)/2006/Kordon


6 Temmuz 2012 Cuma

Kaotik Salyangoz/1


Tekin, biraz daha uyuma isteğini geldiği yere göndererek ağır hareketler ile yatağından doğrulup otuz yıldır taşıdığı bedenini banyoya götürdü. Çalıştığı yerden ayrılana kadar her sabah tıraş olmak için karşısına geçtiği aynaya bakmadan yüzünü yıkadı. Su ile bitirdiği dününden, bugüne yine su ile geçiyordu. Sevmiyordu yüzünü kurulamayı. Damlaların kendi yolunu bulmak için sakallarında yaptığı yolculuğu hissetmek, içinde kalan tutkulu canlıya ait son kırıntılardı. Banyonun ışığını kapatıp sokak kapısına yöneldi.

Kapıyı açtığında, gözü karşı komşusunun paspasına ilişti. Geçen kış genç bir çift taşınmıştı Tekinin karşı dairesine. İsimlerini kapı zilinden öğrenmişti “Özlem ve Murat”. Eve giriş çıkışlarda nadir de olsa karşılaşıyorlardı. Özlemin safdil bir hareketinden Murat’ın sürekli şehir dışına gitme zorunluluğu olan bir meslekte çalıştığını tahmin etmişti. Murat ne zaman göreve gitse, Özlem kendini daha güvende hissetmek için kocasının ayakkabılarından birini paspasa bırakıyor, kocası dönünce de içeri alıyordu.  Murat ne zaman göreve gitse böyle oluyordu ve o ayakkabılar bir haftadır paspasın üzerindeydi. Tekin “Yalnız kalmaktan korkuyor kadın, yalnız bırakılmaktan ödü kopuyor” diye aklından geçirirken, “diğer tüm kadınlar gibi” cümlesi çıkıverdi ağzından.  Söylediğini kendinden başka kimsenin duymamasına rağmen irkildi, anlamsızca sağa sola bakıp kapı koluna asılmış; içinde ekmek, süt ve sigara olan torbayı alıp kapıyı kapattı. Tekin’in hayatında, isteği dahilinde rutin olan tek şey o torbanın her gün kapısının koluna asılmasıydı ve poşettekilere bakıldığında bir kediden tek farkı sigara içmesiydi.  

Poşetten çıkardığı ekmekten bir parça koparıp içine biraz peynir tıkıştırdı. Elindeki ekmeği ısırdıktan sonra artık kanıksadığı, bir deri gibi üzerine yapışan, ezbere bildiği vaziyetinin o günkü devam filmini çekmek için oturma odasına yürüdü. Saman sarısı bir mevsim bunaltısına uygun olsun diye kahverengi kanepeye oturdu.

Kapı eşiklerine, duvarlara, pencere pervazlarına, perdelere bile sinmişti defaatle süren monologları. Zaten hemen hemen kimse kalmamıştı çevresinde. Kimi taşınmış, kimi uzaklaşmış, içlerinden daha şanslı olanlar ise ölmüştü. Tekin’in yaşadığı sessizlik neredeyse İsa’dan önce başlamış ve araya giren hiçbir milat, hiçbir devrim o sessizliği kesememişti. Sessizliği yok edemese bile bölmeyi deneyen sesler elbette oluyordu. Sokakta top oynayan çocukların bağrışmaları, alt sokaktaki hastaneye hasta taşıyan ambulansın sireni, kapının önünden geçen seyyar satıcıların çığırtkanlıkları, hava karardığında ciğerlerinden yükselen hırıltılı öksürükler, karşı apartmanların balkonlarından arsızca evine giren bira kokulu kahkahalar ve yakın zaman önce penceresine yuva yapan kumru ailesinin sesi… Bazen sırayla bazen de aynı anda mevcut sessizliği bastırmaya çalışıyordu. Hepsi, hepsi o kadardı…

Önceleri istememişti kumruları, “Mutsuzluğa açılan bir pencereye yuva kurulmamalı” diye inşa halindeyken yuvalarını bozmayı düşünmüştü. Ayrıca; ya alışırlarsa ya  içeri girip yalnızlığının tahtı olan kanepeye sıçarlarsa çekincesi de vardı. Ancak  kovalamaya bile gerek duymadı, zaten onlar da herhangi bir mevsimin başında ya da sonunda çekip gider diye düşündü. Hayatından giden diğer tüm "mevsimlik canlılar" aklına geldi. Gülümsedi… Gülümsemesi beklediğinden de uzun sürdü. Çünkü, bir gün anahtarı kilidin içinde çevirip kapıyı açmasıyla kumruların kendisini beklediği fikri, içinde bastırılamayan bir “hoş geldin” beklentisi ile aklının en gereksiz olaylarını bile canlandıran kısmında baş köşeye oturmuştu.

Evin arka bahçesinde onca ağaç, çimen, bitkimsi olmasına rağmen Tekin’in bahçeye dair saygı duyduğu tek şey,  o bahçenin pencere önünde içilen sigaralardan arda kalan izmaritlerin mezarlığı olmasıydı. Baş ve orta parmakların sıkıştırmasıyla öldürülen onca sigara eskisi, bahçe ne kadar sulanırsa sulansın bir zarar silsilesi olarak toprağa karıştığı için, yerine hiçbir şey çıkartmıyor, kül tablasının içinde kalan akrabalarına el sallayamadan idam edilmiş suçüstüler gibi şekilsiz yatıyordu.

Aslına bakılırsa Tekin de evinin içinde herkesten gizli botanik bir hayat kurmuştu. Saksısı olmayan çiçekler gibi gözlerini duvar diplerine dikiyordu. Evin her odasının her köşesinde soluksuz, sessiz, dönüşen ve düşünen bakışları vardı. Bazen bahar yağışları ile bazen de kendi bünyesinden tahliye olan yaşlar ile büyüyordu dikilenler. Gün geçtikçe boy attı, hepsi dal verdi, tomurcuklar yayıldı etrafa, sarıl sarmaşık düşünceler duvarlara yayıldı. Şaşılası derecede özensiz bir büyümeydi bu. Topraksız, hatta çoğu zaman güneşsiz. Dört mevsimin cansızıydı o bakışlar. Susadı…

Kahve yapmak için kalkıp mutfağa yürüdü. Isıtıcıya su doldurup düğmesine bastı. Tekin ömründe yaptığı en iyi şeyi yaparken, yani beklerken mutfak tezgahına dayanıp düşündü. "Pazar ne kadar da insan seçen bir gün" diye geçirdi içinden. Pazar günü ve getirdikleri, hayatın uçurumunu temsil ediyordu. Takvimlerde herkes için aynı harflerle yazan gün, herkesçe aynı şekilde yaşanmıyordu ve kocaman bir tual olan hayatta renk cümbüşünü en çok pazar günü temsil ediyordu. Pazar sabahı; “hijyenik mesleklerde çalışıp, daha hijyenik emekliliklerini bekleyenler için haftanın yorgunluğunun atıldığı, uykuya eşdeğer bir sığınma noktası, cumartesi gecesi kasıklarına ağrılar girene kadar sevişmekten yorgun düşenlerin sabah birbirlerini gördüklerinde üç beş saat önce yaşadıklarını hatırlatan sevimsiz bir ayna, önceki gece gırtlağına kadar doldurduğu alkolü rezil bir bar tuvaletine ya da sokak lambasının direğinin dibine çıkarıp uyumuşlar için tarif edilemez bir baş ağrısı deneyimi, özenle hazırlanmış bir kahvaltı masası başında oturan geniş aile bireylerinin birbirlerini sanki o hafta hiç görmemiş gibi yaptıkları suni sohbetlerin gereksiz mizansenleri, uyandığında sayılan diğer hayatları düşünen; ancak sadece düşünmekle kalan, düşününce değil çalışınca karnı doyan pazar çalışanları için de küfürle uyanılan haftanın günlerinin yedincisi” demekti. Hepsi ve daha niceleri saklıydı pazarın içinde. 

“Peki ya benim için? Benim için ne ifade ediyor bugün” diye düşünürken. Su ısıtıcısından gelen “tak” sesi ile irkildi Tekin. Kaynayan su, kaynamaya başlayan düşüncelerini yaktı, eritti. Az önce düşündüklerini unutup kahve kavanozu ile fincanını çıkardı dolaptan. Ölçülü şeyleri sevmediği ve ölçüsüz yaşanması gerektiğine inandığı  için kahveyi kaşık kullanmadan boşalttı fincana göz kararı. Kahvenin içine koyulan, şeker ve süt de, sigara ağızlıkları gibi Tekin için doğallığı bozan gereksizler listesindeydi.

Kahve fincanı elinde, onu mutfağa götüren adımların peşi sıra döndü odaya. Döndüğünde, bu kez, dünyada yalnızlığı en iyi temsil eden şey olarak nitelendirdiği tekli koltuğa oturdu. Elindeki fincanı koltuğun solunda duran sehpaya koydu ve sehpada duran paketten bir sigara çıkardı. Sevmiyordu çakmakla sigara yakmayı, üzerinde “vasati kırk çöp” yazan ancak içinde üç beş çöp kalan kibriti ateşledi. Sayıyordu Tekin, hiçbir şeyi saymayı sevmese de kibrit çöplerini sayıyordu. Bir keresinde tam kırk yedi tane çıkmıştı kutudan, şaşırmıştı...

Devam edecek...



30 Haziran 2012 Cumartesi

itiraf


"Acı çekmek bir şey değil ama neyin acısını çektiğini bilmemek kahrediyor insanı..."

Demirkubuz/2002

26 Haziran 2012 Salı

Hayal Kırıklıkları Kitabı




"Su testisi, sen kırılana kadar su yolunda gider."


"Yaşarken böyle görmüyordum durumu. Çünkü yaşayan herkesin bir geleceği vardır. Sadece ölüler gerçek anlamda hayatlarının bilançosunu çıkarabilir, çünkü artık yaşamaları gerekmiyordur. Yaşamak zorunda olan kişiyse, ne kadar saçma ve gerçeklikten uzak olsa da, günün birinde tecrübelerinden ders alacağına ve hayatındaki kimi şeyleri değiştireceğine inandırır kendini. Daha iyi yapacağına.

Yürümesini, yemek yemesini ve konuşmasını öğrenir, bunun amacını sorarız kendimize. Dil, tarih ve coğrafya, matematik ve fizik öğrenir, bunun amacını sorarız kendimize. Aşık olur ya da olmaz, evlenir ya da evlenmez, çocuk yapar ya da yapmaz ve bunun amacını sorarız kendimize. Tembel tembel yatar, gezintiye çıkar, görevlerini yerine getirir, okur ve bunun amacını sorarız kendimize. Yaşar ve bunun amacını sorarız kendimize... Bir tek ölürken her türlü soru gereksiz hale gelir."


"Her zamanki megolamanimizle kendimizi ve dünyayı yeni baştan keşfettiğimize inanır, ama aslında hep aynı kalıbı tekrarlarız. Yeni düşüncelerle düşündüğümüzü sanırız, ama bunlar hep düşünülmüş düşüncelerdir. Küçük sapmalarla. Dünyayı izler, sevinç duyar, güler ya da ağlarız ve dünyayı kendimize has bir şekilde izlediğimizi, kendimize has bir şekilde sevinç duyduğumuzu, kendimize has bir şekilde güldüğümüzü ya da kendimize has bir şekilde ağladığımızı sanırız. Ama dünyayı, bizden önceki herkesin yaptığı gibi izleriz. Yaşlandığımız için mutlu oluruz, tıpkı büyümeyi bekleyen çocuklar gibi; köpeklere güler, erkekler, kadınlar ya da çocuklar yüzünden ağlarız; anımsar ama sonra anımsamayız; dünyanın üzerine bir peçe iner, sonra kalkar, ardından yeniden iner ve kalkar. Doğarız ve ölürüz. Hepimiz."

"Her şeyin eskisi gibi olabileceğini düşünürüz hep. Ama bu doğru değildir. Hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. Hiçbir şey. Kırışıklar hiçbir zaman düzleşmeyecektir. Ne duruş bozukluklarımız, ne görme, işitme duyularımızdaki zayıflıklar ne de eklemlerimizdeki hasarlar giderilebilir cinstendir. Bir bacak kırığı, her şeyi değiştirir; tıpkı her burkulma, her deneyim, her aşk ve her sitem gibi. Her şey ardında izini bırakır. Özellikle de hayat.."



23 Haziran 2012 Cumartesi

Duraktaki Işık

 

"Gelişimiz götü mumlu mektupla olmadı bu dünyaya 
Gidişimiz bando davul olmayacak elbet 
Geldik 
Açmasa olmayacak çiçekler gibi 
Direndik
Zincirini çürüten mahkumlar gibi
Bekledik
Bir yerlerden çıkıp gelecek diye
Kirimiz pasımız yunacak diye
Karnımız adam gibi doyacak diye
Haksızın damına koyacak diye

Gelmedin ulan
Gelmedin ulan
Gelmedin
Gardiyan ettin bizi bu gecelere..."

Hasan Hüseyin Korkmazgil

20 Haziran 2012 Çarşamba

otopsi




Kendi kararınla çizdin yolunu. Çizilmiş her şeyin hüviyetidir bir neşter yarası. Görünce, duyunca yaranın kanadığı -miş'siz bir geçmiş zaman hatırası...

Ne oyuna girebildin koşa koşa, ne de hava kararınca eve dönen çocuklar gibi çıkabildin oyundan umarsızca. Kendi gönlünce vakit geçirme beyhudeliği evinden taşan, sokağa yakışmayan!

Arafta kalmanın görüntüsünü aynaya her baktığında yaşıyorsun. Her sabah içini kemiren o "garip şey" ile savaşıyorsun. Gözlerinin nemi taze bir sonbahardan kalma...

Bedeninin işgal ettiği yerlerde aklın sürekli o yaşadığın "kısa mizansenin" perdesinde, ağzında kalan bir parça tadın esrikliğinde, başka tatların fersah fersah ötesinde!

Uzun bir "aralıktan" sonra duyduğun hiçbir söz içindeki kocaman boşluğu kapatmıyor, hiçbir rüzgar saçlarını bir tül perde gibi uçuramıyor. Çoğul bir yalnızlığın takviminde her gün yırttığın o sayfanın hayatının bir günü olduğunu kavrayamıyorsun.

Kapanmaya yüz tutmuş bir dükkan gibi düşlerin, hayati burguların tükenmekte ve gülümsemek bir küfür gibi yakışmıyor tüm kalabalıklarda yalnız olana!

Nefes almak için başını göğe her kaldırışında, sözüm ona "maviliklerin" üzerinde gerçeğin "siyahını" görüyorsun. Gün bilmez, mevsim tanımaz iç çekişlerinde özünden uzak her bir mutluluk anında bir mermer yontusundan, asfaltta çiçek açmasını beklediğin gibi ağzında kalan o tattan bir parça bulmaya çalışıyorsun! Yaşadığın şeyin istediğin olmadığını bildiğin için tek bir adım bile gidemiyorsun.. İnkar ederek yaşamayı tercih ediyorsun. 

Halının altı tozlu,
Halının altı gerçek,
Halının altı katrankara!



görsel: Sonbahar-Özcan Alper/2007

17 Haziran 2012 Pazar

Gaip





"...Halbuki sarhoş olmasaydım vurmazdım
Adamakıllı ağlasaydım yahut
Mavi tulumbalar gibi
Bir ışık boydan boya yolu donattı
Ortada ben yoktum şaşırdım
Paltosu eskiydi sevindim
Merhaba dedim yüzüme baktı
Cebinde gazeteleri vardı.
Çektim herifi bir daha vurdum..."

T.Uyar


12 Haziran 2012 Salı

Yol

"İnsanın aklı kendine düşman olur mu?
Benimki bana düşman!"

Yol (1981)
Tarık Akan-Halil Ergün

29 Mayıs 2012 Salı

Ferhangi Şeyler





Birbirinin fotokopisi günlerin ortasında afişini görünce mutlu oldum . Hatta sevimli bir gülümseme bile oluştu yüzümde uzun bir "aralık"tan sonra... Başkentin ortasında taşralı hisler yaşadım bir anlık da olsa. Rakamzen' e söyledim, anında yazıldık biletlere.. Beni tanıyanlar bilir Ferhan Şensoy sevgimi, saygımı, hayranlığımı... Cumartesi günü Nazım Hikmet Kültür Merkezinin açık hava sahnesinde oynayacaktı büyük usta, tabi yağmur izin verseydi... Yarım saat kadar ayakta pineklerken, "tatlı su komünistlerinin" kapı önü zırvalarını dinlerken usul usul başladı yağmur. Yağmasın diye Allah, Tanrı, Manitu ve bilimum yaratıcılara yalvarırcasına göğe bakarken teravih çıkışı gibi hurra ile girildi kapıdan... Derken göt ucuyla oturduk sandalyeye, fiziksel koşullar hiçbir uzvumda olmadığı için şikayet etmenin de alemi yoktu organik olarak. Ama 10 dakika geçti geçmedi kaçınılmaz son ve anons "Sevgili dostlar oyunumuz yarın akşama ertelendi"... Ah ile tüh'e benzeyen ancak anlamı hassiktir olan sesler çıktı ağzımın ortasından! Fırsat bu fırsat acaba oyun da olmadığı için "bir şekilde" kulise girebilirmiydim diye düşünürken, zınk yazıldım kapıya. Yanımda taşıdığım imzalanması için yanıp tutuşan kitap elimde, fotoğraf makinesi zulada, kapıdaki vatandaşa derin derin bakarken az bekle, çaktırma yüklenmesin kimse talimatı ile askerde söve söve tuttuğum nöbetlere benzemeyen kısa bir bekleyiş.. Gir ve hemen kapat kapıyı kimse görmeden diye söyleyince parmak uçlarımla girdim içeri. Biraz bekledim, ortaya bir masa koyuldu ben sağa sola bakmaktan matiz bir haldeyken, şlak diye bir çakmak sesi geldi kabinin arkasından ve sigarasını ateşledi büyük usta.. Birden çıktı kabinin oradan ve elini uzatarak hoş geldin dedi. Hoşbuldum diyebildim nereden çıktığını bilemediğim bir sesle, utana sıkıla o an çıkıveren şeyleri söylebildim kesikli bir diyalog olarak derken kitabımı aldı elimden imzalamak için.. Teşekkür ettim yine utana sıkıla ve müsadenizle bir fotoğraf da çekilebilir miyiz sorusunu sorarken bariz mutluydum. Hemen kapıdaki görevliye tutuşturup makineyi, teşekkürlerle çıktım oradan.









Pazar günü bari yağmasa diye içimden tüm iyi niyetleri tespih yaparken, derneği aradım öğleden sonra bir değişiklik olup olmadığını öğrenebilmek için. Önceki akşam yaşanan olumsuzluklar nedeniyle oyun kapalı bir sahneye "batı sinemasına" alınmış. Ferhan Şensoy ve Rasim Öztekin'in Pardon da nezarethanede içlerinden küfrettikten sonra "ohhh" deme sahnesini rakamzen ile birlikte yaşadık..(O sahne için bkz.) Akşam üstü yine aynı istekle çıkıp bu sefer sinemanın kapısında yazıldık sigaralara; ancak o bekleyiş kısa sürdü ve içeri girildi.. Sahneye çıkana kadar sağa sola kesik yaparken, ışıklar söndü... Harika bir 2,5 saatlik performans, tek bir dakika bile temposunu kaybetmeden, en ince örgülerle örülmüş bir ayakta varyete şahanesi... Oyun bittikten sonra Ferhan Bey imza dağıtacak diyeduyunca hemen bir başka kitabını daha imzalatma hevesi ile sahnenin oraya sotelendik Rakamzen ile...









Velhasıl;

Biletlere yağmur da dahildi...








25 Mayıs 2012 Cuma

arda kalan


"Okyanusun taşması bile bir damlanın günahıdır
ki sen bir ırmaktın yaşamımda
Bütün çelişkilerin barıştığı bir alan
Aykırı bir düş, bütün karabasanlara
Bir çiçeği sıkıştırıp dudağımın ucuna
Tek bir söz söylemeden insanlara seni soruyorum şimdi :
O ki, yürek gönderlerine her sabah çektiğim bayraktır
Ölümden sonra inandığım tek dünya... görmediniz mi?"

19 Mayıs 2012 Cumartesi

Sonsuzluğa Nokta

"...Sahip olma duygusu ruha yüktür..."



"Belki insanlar koskoca yaşamları boyunca yalnızca bir süre için farklı olmaya katlanabiliyor, sonra da yavaş yavaş öteki insanların davranışlarına, düşüncelerine ve duygularına bürünerek, durup dinlenmeden kendini tekrarlayan uçsuz bucaksız bir benzerlikler denizinde kaybolup gidiyorlardı. Yaşamları herkesinkine benzediği ya da farklı görünmesine karşın aynı özü taşıdığı için, herkes gibi ölüyorlardı daha sonra da; herkes gibi, bayatlaşmış bir kaç anı kırıntısının uzaklığını koklaya koklaya, geleneksel ziyaretlerle kirletilmiş ya da geleneksel yalnızlıklarla gölgelenmiş buz gibi bir yatakta, farklı yaşadıkları yılların tadını tenlerinde, belleklerinde ve ağızlarından dökülen mecalsiz ahların karanlığında arayarak, yavaşça alışılmış bir ölümle ölüyorlardı..."


"Upuzun günler geçti gidişinin üstünden, uçuşunun üstünden haftalar geçti, kayboluşunun üstünden aylar... Nedenini hala anlayabilmiş değilim. Bir nedene bağlanması da gerekmiyor zaten, kimi şeylerin nedeni yalnızca kendileri olmalı ve öyle kalmalı. Üstelik, insana kendi yaşamı bile büyük geliyor kimi zaman; ne yapsa, kimi sevse, kimlerce sevilse, hangi işlerle uğraşsa ve nerelerde gezip dolaşsa, bir türlü dolduramıyor. Her şeye karşın derin boşluklar kalıyor önümüzde arkamızda..."



"İnsan ne denli çaba gösterirse göstersin ve kaçınılmazlığına ne denli inanırsa inansın, ayrılığa hiçbir zaman hazırlanamıyor çünkü. Hazırım, dediği anda bile içinde ele geçiremeyeceği bir nokta kalıyor sürekli; ayrılığa alıştıramayacağı, sızlanışlarını durduramayacağı bir nokta kalıyor. Acıyı yüklenip çoğaltacak bir nokta... Belki de, yalnızca bu noktanın ele geçirilemeyişi yüzünden, birçok terk ediliş anında gerekli gereksiz bir yığın şey konuşuyor insanlar, içlerindeki o noktayı örtebilmek için gülünç tartışmaların tozuna dumanına boğuluyorlar, geçmişe ve geleceğe acımasızca saldırıp kendi yarattıkları harabelerin ortasında yuvarlanıyorlar. O nokta yüzünden hüngür hüngür ağlayanlar da var belki, köpek gibi yalvaranlar, kendilerini içkiye, kumara vuranlar, dövüşenler, sızanlar, yaralananlar, hatta kendilerini kendilerine vuranlar da var."





İnsanlar isterlerse her şeyi, ama hemen her şeyi bir tür silaha dönüştürebilirlerdi çünkü.
En çok da sevgiyi elbette, alışılan yaşam biçimlerini, alışılacakları...

13 Mayıs 2012 Pazar

Oğul



Anne ben geldim, üstüm başım
Uzak yolların tozlarıyla perişan
Çoktan paralandı ördüğün kazak
Üzerinde yeşil nakışlar olan

Anne ben geldim, yoruldum artık
Her yolağzında kendime rastlamaktan
Hep acılı, sarhoş ve sarsak
Şiirler çırpıştıran bir adam

Kurumuş kuyunun suyu, incirin
Sütü çoktan çekilmiş
Bir zamanlar dünya sandığım bahçeyi
Ayrıkotları, dikenler bürümüş

Kapıdaki çıngırak kararmış nemden
At nalı ve sarmısak duruyor ama
Oğlum, mektup yaz diyen
Sesin hala kulaklarımda

Anne ben geldim, ağdaki balık
Bardaktaki su kadar umarsızım
Dizlerin duruyor mu başımı koyacak?
Anne ben geldim, oğlun hayırsızın....

Ahmet Erhan

9 Mayıs 2012 Çarşamba

içimizdeki şeytan



"..İsteyip istemediğimi doğru dürüst bilmediğim; fakat neticesi aleyhime çıkarsa istemediğimi iddia ettiğim bu nevi söz ve fiillerimin daimi bir mesulünü bulmuştum:

Buna içimdeki şeytan diyordum, müdafaasını üzerime almaktan korktuğum bütün hareketlerimi ona yüklüyor ve kendi suratıma tüküreceğim yerde, haksızlığa, tesadüfün cilvesine uğramış bir mazlum gibi nefsimi şefkat ve ihtimama layık görüyordum. Halbuki ne şeytanı azizim, ne şeytanı? Bu bizim gururumuzun salaklığımızın uydurması..

içimizdeki şeytan pek de kurnazca olmayan bir kaçamak yolu... İçimizde şeytan yok... İçimizde aciz var... Tembellik var...

İradesizlik, bilgisizlik ve bunların hepsinden daha korkunç bir şey: hakikatleri görmekten kaçmak itiyadı var..."

5 Mayıs 2012 Cumartesi

hülasa



Şehirler arası otobüslerde arkasında oturanı hiçbir uzvuna takmadan koltuğu arkaya yatıran rahat yolcu bilincinde karşılamak vardı yaza teşne orospu baharı; ancak mevsimden medet uman vıcık bir sürü bünyenin ortasında kalbimin sıkışması, dizlerimin o koltuk arasında sıkışmasından çok daha can yakıcı.

Titrek bir mum alevi gibi kıvranırken kirpiklerim; gecenin terkisinde uyumuyor adeta sızıyorum! Hangi günün hangi saatinde uyanacağımı cidden merak etmiyorum it gibi korkuyorken geceden.. Ocağın üzerinde kaynadığını dalgınlıkla unutup tuttuğum çelik çaydanlığın sapının serçe parmağımda oluşturduğu su kabarmasını görünce bile yaştoplarım sicim sicim tahliye oluyor şehir foseptiğinin ücra bir deniz kıyısından maviye karışması gibi!

Yatağa yattığında uyuyabileceğini bildiğin halde uyumayı tercih etmediğin durum ile yattığında sittin senelik kıvranmaların eşliğinde uyuyamamanın arasında bir yastık boyu fark var... Yumuşatıcı kokan nevresimleri ıslatan yaştopları ile boncuk boncuk terleyen boynumdan akan damlaların birbirine karışması hep bir tuzlu su şakası olarak tekrarlanıyor hiç sevmesemde... Sevdiğin şeylerin hiç tekrarı yokken sevmediğin şeylerin defaatle baş ucunda olması ise tamamen sözün hülasası!

Geçirilen zamanların tek ipliğe kalmış kopmaya yakın bir düğmeye benzeyen "koptu kopacak" halinin verdiği tedirgin hüznü, daha sigaramı yakmadan sönecekmiş gibi duran kibritin alevine benziyor, yitmenin verdiği o büyük yutkunmaları anlatacak ya da anlamlandıracak sözleri arasında boğulduğum kitapların satır aralarında arıyorum. Bir amacın ayaklarına tutunup oradan oraya savrulacağım beşbenzemez düşleri, şimdiki zaman kayıtsızlığı ile iç geçirerek soluyorum.

ve yazmak yitiklerin işiyken, hep bir şeyleri tamamlamanın verdiği o dayanılmaz acı gelip de kadehimin ortasında boğazına dolanınca elim istem dışı uzanıyor kağıda ve ucu açık kaleme.. Sonsuzluğun payitahtına yola çıkarken ayağımı sıkan bir ayakkabıyı giymiş gibi... Kanar topuklarım, kanar susuşlarım, kanar kurumuş tüm sözlerim! Bir vedanın hüznü çöker giden onca izin peşi sıra ve belli belirsiz bir damla akar yanaklarımdan köz gibi... Sağanak bir düşünce gelip de yakalar şemsiyesiz, ağaçsız, zamansız ve yalnız olduğum cenin hallerimde..

26 Nisan 2012 Perşembe

Azil





"...İyilik, ilk öğretilendi. Ancak gerçek değildi. Yaratılması olanaksız eserler gibi, iyilik de bilinen boyutlar dahilinde var olmayacak kadar hayaliydi. Ancak bir yerlerde iyiliğin olduğuna inanan ve defalarca hayal kırıklığına uğramaktan mahvolmuş olan insanların yersiz çabaları, kendilerini tanımalarını engelliyordu. Savaşlar, ihanetler ve yalanlar insana aitti. Ve pişmanlık ya da komşusunun hayatını eleştirmek, iyi olmaya yetmiyordu. Hiçbir şey, iyi olmak için yeterli değildi. Çünkü dünya ve insan eti, iyilikten yoksundu. İnsanlık, çizginin diğer tarafındaydı. Ancak iyiliği ve kötülüğü ayıran sınıra o kadar yakındı ki, iyiliğin ne olduğunu biliyor, ancak hayata geçiremiyordu. Vicdan kelimesi ve duygusu, sınıra yakın olmaktan kaynaklanan bir sahtelikti. İnsan, iyiliğe yakın olan bir kötüydü. Bu gerçeğin insan tarafından öğrenilmesinin zamanı gelmişti. Erişemeyeceği bir huzuru sürekli arzulamaktan vazgeçmeli ve kendisiyle çelişmekten delirmeye son vermeliydi..."



"...Unutma ki zaman, gidecek yeri olmayanları evidir. Sadece zaman onları ileriye taşır. Ölümcül bir hastalığa sahip olanlar ile intihar etmekten yorgun düşenin ortak noktası, ilerleyen zamanda geri gidiyormuş gibi görünmeleridir. Ancak bu, ilerleyen bir trenin sadece son vagonuna kadar yürümeye benzer. Sonrası yoktur. Beden sahibi olan, ilerlemek zorundadır. Zamana güven. Yaşarken asla varamayacağın yerlere seni sadece o götürür. Oku ve zamana bırak..."



"...Sevgi, tırmananları birbirine bağlayan bir halattı. Biri düşerse diğerlerinin hayatta kalması için halatın kesilmesi gerekiyordu. Ancak sevgi, kesilemeyecek kadar kalın bir halattı ve sonunda herkes düşerdi. Aptallar sevdikleriyle düşer, kötüler sevdiklerini aşağı çeker..."

21 Nisan 2012 Cumartesi

Bekleme Odası



- Niye böyle yapıyorsunuz?

Nasıl?

- Gururunuz incinecekmiş gibi bir haliniz var. Korkmayın ben düşmanınız değilim. Ona dönmemi istiyor. Ben de dönmeyi düşünüyorum.

Biliyorum.

- Nereden biliyorsunuz?

Ne bileyim bu ayrılık işleri falan öyle kolay değildir.

- Daha açıkcası bir kadın böyle bir durumda başka ne yapar diyorsunuz. Siz her şeyi bildiğinizi sanıyorsunuz ama hiçbir bok bilmiyorsunuz. Sadece benim de o budala kadınlarınızdan biri olduğumu düşünmek işinize geliyor.

Durup dururken niye söylüyorsun bunları?

- Ya siz günlerdir ne yaşıyorsunuz, kime dokunuyorsunuz, kiminle sevişiyorsunuz? Eski sevgilimle görüştüm diyorum pişkin pişkin yüzüme bakarak biliyorum diyorsunuz. Yüzünüzde en ufak merak bile yok. İnsan bu kadar da aşağılanmaz ki ya!

Ne aşağılanması ya? Nereden çıkarıyorsun şimdi bunları.

- Ne o zaman? Tamam kıskanmanızı ya da üstüme titremenizi de beklemiyorum ama hiç olmazsa bir ne olduğunu sormaz mı? Gözleri ağlamaktan şişmiş insana menemen yer misin diye sorulmaz ki ya?

Bekleneni yapmadım diye ödül mü istiyorsun şimdi?

-Ya siz ne kadar zalim bir insansınız ya, Kedisine orospu diyen insandan ne beklenir ki zaten....


18 Nisan 2012 Çarşamba

Beş Parasızdım ve Kadın Çok Güzeldi

"Sıradan bir hayat düşlemiştim... Çürüdüm."


"Derin bir uçuruma gidiyordum; önce hayatımdaki tatlar sonra anlamlar azalmaya başlamış, beni derinliklerine doğru çeken hüzün ruhumu paramparça etmişti. Bütün isteklerimden susarak, ağlayarak vazgeçmiştim. Küçücük gerçeklerle yüzleşemeyip kocaman yalanlar uydurup onlara sığınıyordum. (Gerçek, uzun süre taktığımız maskemizin ardında gizlidir, bunu da biliyordum.)"


"İki yılda mı unuttum hepsini "Hayat, kısa kısa öykülerin toplamıdır. Her zaman her öykünün mutlu bitmesini bekleme... Önemli olan nasıl bittiği değil, öykünün kendisidir... "Öykülere inan" diyen ben değil miydim?"



...Hayatımın, başı ve sonu belliydi; hiç olmazsa ortasını kaçırmamalıydım. Bardağımdaki birayı hiç zorlanmadan kafama diktim, kalktım. Hayatımın ortasındaydım ve artık daha fazla çürüyemezdim. Doğru, insanın hayatında bazen bir uçurum kalırdı ama benim o uçuruma doğru yürümeye ve kendimi kuru bir dal gibi sonsuzluğa bırakmaya hiç niyetim yoktu.
Hayata daha sıkı sarılmak, kök salmak için insanın acılara, -hatta bazen büyük ve dayanılması zor acılara- katlanması, o hayatı gerçekten, içini doldurarak, anlamlandırarak yaşaması birinci şarttı. Bu acıları yaşarken de kendine acımaması gerekiyordu. Bu öylesine ince ve görünmez bir çizgiydi ki bazen bu çizgiyi geçip gittiğimiz oluyordu. Ve sanırım ben kendime çok fazla acımıştım. Şu küçücük kar tanelerinin bile mutlu ettiği ben, bütün hayatı ıskalamak üzereydim....




"Önce bir ellerin vardı yalnızlığımla benim aramda.
Sonra birden kapılar açılıverdi ardına kadar.
Sonra yüzün onun ardından gözlerin dudakların.
Sonra her şey çıkıp geldi.
Bir korkusuzluk aldı yürüdü çevremizde.
Sen çıkardın utancını duvara astın.
Ben masanın üstüne koydum kuralları.
Her şey işte böyle oldu önce"