30 Ocak 2012 Pazartesi

Düşbükü



"Gittiler. Gitsinler. Güle güle mi gittiler? Gidişlerinde pek gülme olmadı mı? Gülmeye oynamaya mı gittiler?Tüm bunlar beni ilgilendirmiyor. Bu gidişi değerlendirmeye sokmuyorum. Önemli olabilirlerdi benim için, her şeyi alt üst edebilirdi bu düşünce, gitmeleri beni rahat ettirmeyebilirdi, sevinemeyebilirdim. Bu yüzden kimlikleri üzerinde durmuyorum. Gittiler, özgürüm.

Özlenmiş bir yalnızlığı sömürürcesine uyumamak. Uykusuz geçmiş bir sürü süt beyaz gecenin yorgunluğu unutulmuş gibi. Sanki sabahla birlikte geri geleceklermişcesine dimdik oturuyorum çok renkli koltukta ve düşünüyorum: özgür mü şimdi benim bu oturuşum? Koltuğu ve renkleri ben seçmedim. Neleri ben seçtim ki?….

Sokağa çıkmayı geçiriyorum bir an aklımdan, amaçsız dolaşmayı… Küçük insanlara yapışa yapışa dolaşmak.. Ben yapışmasam da onlar yapışkan. Çıkmamalıyım. Şu koltukta pek iyi tanımadığım kendi kendime oturmalıyım. Bu da özgürlük işte, ben bunu yeni keşfettim. Uyumak, öldürmek işte bu özgürlüğü, uyumamalıyım. Uyumanın uyumsuzluğunu kendi kendine anlatabilmiş olmaktan sevinç gibi bir şeyler duydum. Bir yudum daha aldım rakıdan. Kibritten artırmak için değil sigarayı sigaradan yakışım. Fakat kutudan da vasati kırk çöp çıktığı bilinen bir gerçek…


Düşbükü/Soru İşaretleri(1988)-Ferhan Şensoy

27 Ocak 2012 Cuma

"vade"

Bu kadar rahat konuşulunca,
daha da derine iner sözün hasarı..

Değişen hiç bir şey yok mu?
- Yok
Hiç mi?
- Hiç.


" Alemin küfre göre, hem başı hem sonu hiç.. 'iki hiç' arasında varlık olur mu ki hiç?"

22 Ocak 2012 Pazar

34/Bağışlanmış Hüzün




Bir kadeh rakı hazırlayıp kanepeye uzandı. Televizyonu açtı. Çoğu kanalda kimisi canlı, kimisi banttan yayımlanan kadın programları vardı. Müzik kanallarını dolaştı, dinleyebileceği bir şey bulamadı. Kapatsa kendini dinlemeye tahammül edemezdi. Sevdiği hiç bir kaseti, CD'yi koyamazdı müzik setine. Söz de, müzik de kanıyordu çünkü. Nereye baksa, neyi duysa, neye dokunsa, neyi düşünse kanıyordu, bir insanın kalbi kanarsa aklı da akıl olmaktan çıkar mıydı? Radyodaki anonslar geldi aklına. Kanamalı bir hasta için kan aranırdı. Kan grubu bildirilirdi ama hastanın neresinden kanadığı söylenmezdi. Kan ve akıl kanamasının kan grubu var mıydı? El yordamıyla buldu kumandayı, bastı ve televizyonu kapattı. Uyku bastırıyordu. Kadehini bitirmeden gözleri kapandı.



İhtimalin heyecanı, bilinebilir olanın güveninden daha mı ağır basıyordu? Mutlu muydu Mutsuz olmasını ister miydi?




acıkınca
ya da gelince uykusu
mırıltısıyla bir kedi
duru bir ırmak gibi
akar hayatımıza
sevgili
kimin kabusu
yatağından çıkan su

manzara geçerken güzel
aşka özenle asılan peyzaj
iz bırakır
taşınınca bir başka duvara
gittiğin yollara
dallara
hatıralarını bağlama
çiçekleri tozar
direği sızlar burnumun
sevgili
ağlama

al git
şehla yürüyüşünü
yaz deme
kış deme
üşürüm deme
aylardan baharsa
ay doğarsa
hiç bir şey deme
bu senin
kuşlardan önce kalkan yüzündür
al git
sevgili
aşk bağışlanmış hüzündür

20 Ocak 2012 Cuma

33



Ciğerlerini yırtar gibi öksürdü soğuk yemişti ruhu... Birbirine girift olmuş, kurumuş, çatlamış dudaklarını açınca hissetti boğazını delip geçen üst solunum yolu acısını... İzmarit ve kadeh eskisi dudakları küfre sarılmıştı onca zamandır ve ensesi yine soğuk bir bozkır akşamına teslim olmadan tüm ıslaklığıyla yastığa boğulmuştu... Parmak uçlarına kadar yorgun, saç diplerine kadar ziyan bir gecenin hangi köründeydi kim bilir? Yoklayıp sakallarını düşünmek isterken unutmuştu bir jilet yardımı ile onları en derinden yok ettiğini...

Öksürüğün bıçakladığı geceyi hep yanında duran bir bardak su ile yumuşatmak için eğildiğinde yüzyıllardır çektiği sancıyı yine hissetti belinin tam da orta yerinde!! Ne yudum kalmıştı ne de yumuşatacak her hangi bir düş! Teyemmüm etti tüm bildiği küfürlerle... Gözlerini diktiğinde tavana, artık çok geçti kanepede başlayıp yatağa uzanan sefil uykusu için..

Duyuyordu içerideki saatin tiktaklarını fakat gidip kaç olduğuna bakmak hiç işine gelmiyordu! Hatta gereksiz olduğunu düşündüğünde gülümsedi kendince! Üç ya da beş ne değişir ki? Mundar olmuş bir gecenin çetelesi değilmidir saatin koşturmasında dönen? Sanki yarın herhangi bir dün ya da bugünden farklı mı olacaktı? Sahi ne yapmıştı tüm dünleri, yarın dediğinde kendini umuda boyayıp yollara seren bir fahişe değilmiydi? Tüm dünlerin düşünüşü ile öksürüğü boğup öldürdü ensesinde ıslanan yastıkla!

Kanayan boyalı yarınları bir peçete ile yokladı usulca.. Karanlığın gergefinden yine de seçmişti tam da karşısında duran kitaplığın içinden o kitabı! İçi de adı da siyahtı! ve ezbere bildiği onca sayfanın arasından öksürükler ile uykusunu besmelesiz kesen rüya ile o adını aldığı hatta bir yerde isim babası olan sayfanın ortasına daldı kımıldamadan! Buz kesmişti odayı, çatlamış dudakları ezbere sayıklamaya başladı, oysa gözleri açık! Bir tasvire koyuldu kendince, bir mektup ile hiç bilinmeyen bir adrese daha önce yolladığı, bir kağıt parçasında yazamadıklarını... Simsiyah bir geceydi, masmavi bir denizdi, bembeyaz bir gemiydi... Tüm bu yazılanlar tabiri imkansız bir rüyaydı! Rüya, bir isim, bir yaşanmışlık, bir imkansızlık, bir varoluş, bir düş, bir yarın, bir ses, bir sancı, bir özlem, bir keşke, bir............

18 Ocak 2012 Çarşamba

32


Yaşadıkların, kartopu oynamayı andırır.
Yüzünü de gülümsetir ellerini de dondurur.
Hatta bazen; ancak sırılsıklam olunca anlarsın
yakın geçmişte ne kadar gülümsediğini..
Islaklığın yanına kalır kar
Usul adımlarla
Bir daha ki gülümsemene kadar!


Yaşadıkların, yanındaki koltukta sürekli değişen yüzlerle
Çıkılan yolculuğu andırır.
Bazen için içine sığmaz yolun bitmesini beklerken
Bazen de alnın kızarır, cama vurulup eskimekten!


Yaşadıkların, para yetiştiremediğin arsız bir müzik kutusunu andırır.
Bazen en hassosundan çalar
İç organlarına inat!
Bazen de alışmak için
Yastıklara kendini boğdurduğun
Ağır aksak!
Kıvamlı!
Yalnızlık makamını...


Aslında yaşadıkların, yaşacayacaklarının habercisi,
Hep gülümseyerek çekilecek değil ya fotoğraf kareleri...

16 Ocak 2012 Pazartesi

31


"Benerci kendini niçin öldürdü?"
Birinci kısım-Birinci bap



...Dikine müstakil bir apartmanın
En üst katında
dört köşe bir oda
perdesiz pencereler
pencerenin dışında yıldızlı geceler
Genç adam
alnını dayamış cama.
ben, romanın muharriri
diyorum ki genç adama:
-Delikanlım!
iyi bak yıldızlara,
onları belki bir daha göremezsin.
belki bir daha
yıldızların ışığında
kollarını ufuklar gibi açıp geremezsin


Delikanlım!
senin kafanın içi
yıldızlı karanlıklar kadar
güzel, korkunç, kudretli ve iyidir.
yıldızlar ve senin kafan
kainatın en mükemmel şeyidir.


Delikanlım!
Sen ki,
ya bir köşe başında
kan sızarak kaşından
gebereceksin,
ya da bir dar ağacında can vereceksin
iyi bak yıldızlara
onları göremezsin belki bir daha...


Delikanlım!
belki beni anladın
belki anlamadın,
kesiyorum sözümü.


İşte kapı açıldı
geldi beklenen kadın.
- BEKLETTİM Mİ?
- "ÇOK"
ama zarar yok...


Kadın yakaladı adamı
elinden.
Genç adam
yakaladı kadını belinden
bir yumrukta kırdı camı
oturdular pencerenin içine
sarktı ayakları gecenin içine
ışıklı bir deniz dibi gibi
başlarında, sağda, solda gece yanıyor.
ayakları karanlık boşluklara sallanıyor.
sallanıyor ayakları...
sallanıyor ayakları...
...dudakları...


sevmek mükemmel iş delikanlım
sev bakalım...
mademki kafanda ışıklı bir gece var
benden izin sana
seeeev!
sevebildiğin kadar...


Nazım Hikmet
(1932)

15 Ocak 2012 Pazar

30


Vanitas vanitatum sed omnia vanitas.*
*Nafilenin nafilesi, her şey nafile.

12 Ocak 2012 Perşembe

29


...
Bütün dargeçitlerin
Tomurcuk kokuların
Tertemiz sabahını müjdeleyen
Bir çift kanat olamadım ey yar!
Son yediğim kirazın
Aha şuramda tadı,
Dilimin ucuna gelen sözlerim gibi
Tanrıya selam söyle benden
İsa'yı bile sattılar ey yar
Hiçbir suç ortağı yok
Oysa benim suç ortağım, sensin ey yar!

Tıkanmış bir boğazın tıknefes söylemlerinde
Seni sevdiğimi söylediysem;
O kadar da kısık sesle değil...

10 Ocak 2012 Salı

28



Aslında balığı öldüren
yutmaya çalıştığı yemin içinde gizli olan iğne değil,
haybeden kendi kendine verdiği endişe!
belki de denizi özleme endişesi...özlenir be!



9 Ocak 2012 Pazartesi

27/Aylak Adam

...sen ne yaptın?
-Ben uzandım, okudum.
-Ah ne iyi! İmreniyorum senin yaşamana. Bereket arada seni düşündükçe içimin ısınması var. Sen ne okuyorsun?
-The Naked and the Dead.
-Hiç duymadım.
-Bitirince sana veririm. O da bir savaştan bahsediyor, yeryüzündeki bir savaştan... Demek arada beni düşünüyorsun?
-Evet.
-Beni çok düşünmeni istemem.
-Nedenmiş o! Düşünmeden edemem, biliyorsun, seni seviyorum ben.
Sigarasını küllüğe bastırdı. "Nasıl kolayca söyleyiveriyor bunu. Sevmek! Kelimelere herkes kendine göre bir anlam, bir değer veriyor galiba. Bu değerler aynı olmadıkça iki kişi iki ayrı dil konuşuyorlarmış gibi olmuyor mu?"


"Eve gelirken on paket sigarayla bir deste kibrit aldı. Odasının ışığını yaktı. Elindekileri karyolanın altına, boş bavula koydu. Çevresine bakındı. yoktu. Oturma odasını da aradı. Orada da yoktu. Bunca lüzumsuz eşya vardı da, neden en gereken, bir sigara küllüğü yoktu. Kadınlar da böyleydi. Dünyada gereğinden çok kadın vardı ama, yalnız bir teki yoktu. "


"- Ya içmediğin zamanlar
-O zaman ararım.
-Hep arayacaksın sen. Ya resim, ya kitap...
-Tutamak sorunu. İnsanın bir tutamağı olmalı.
-Anlamadım.
-Tutamak sorunu dedim. Dünyada hepimiz, sallantılı korkuluksuz bir köprüde yürür gibiyiz. Tutunacak bir şey olmadı mı insan yuvarlanır. Tramvaylardaki tutamakalar gibi. Uzanır tutunurlar. Kimi zenginliğine tutunur, kimi müdürlüğüne; kimi işine, sanatına. Çocuklarına tutunanlar vardır. Herkes kendi tutamağının en iyi, en yüksek olduğuna inanır. Gülünçlüğünü fark etmez. Kağızman köylerinden birinde bir çift öküzüne tutunan bir adam tanıdım... Daha gülünçleri de vardır. Ben, toplumdaki değerlerin ikiyüzlülüğünü, sahteliğini, gülünçlüğünü göreli beri, gülünç olmayan tek tutamağı arıyorum: Gerçek sevgiyi! Bir kadın. Birbirimize yeteceğimiz, benimle birlik düşünen, duyan, seven bir kadın!


"O gece karsız-yağmursuz bir yürüyüşten sonra eve dönüp odasındaki ışığı yakınca yine resmine baktı.(Ayıktı. Yılbaşı gecesinden beri içmiyordu. Bol dumanlı meyhaneden hindi dolması yüzünden kaçmıştı. Sıkıştıkça içkinin kurtarıcılığına dek düştüğü için hep kendinden utanırdı.) Ertesi gün sıkıcı bir sabaha başlayacaktı. Kim bilir, iç sıkıntısı olmasa, belki insanlar işe gitmeyi unuturlardı. "iş avutur" derdi babası. O böyle avuntu istemiyordu. Bir örnek yazılar yazmak, bir örnek dersler vermek, bir örnek çekiç sallamaktı onların iş dedikleri. Kornasını ötekilerden başka öttüren şoför, çekicini başka ahenkle sallayan bir demirci bile ikinci gün kendi kendini tekrarlıyordu. Yaşamanın amacı alışkanlıktı, rahatlıktı. Çoğunluk çabadan yenilikten korkuyordu. Ne kolaydı onlara uymak! Gündüzleri bir okulda ders verir, geceleri sessiz, güzel kadınlarla yatardı istese. Çabasız. Ama biliyordu: Yetinmeyecekti. Başka şeyler gerekti. Güçlüğü umutsuzca zorlamak bile güzeldi. Duvardaki şu resmin nasıl yapıldığını görmüştü: Islık çalar gibi uzanan dudaklar, kırışan genç alın; uzun, umutsuz, koyu mavi bakışlar. Böylesi gerekti ona. Ama resim yapamazdı. Olsun! Yazacaktı. O gece yatar yatmaz uyudu.


7 Ocak 2012 Cumartesi

26



sigarasız geçmezdi tabi...
küçücük cam bölmenin içinden seslendi büfeciye, hocam sen 2 paket ver, kalmayalım öyle dımdızlak dün gece zor geçti sen de kapatmışsın.. ha bir de unutmadan 1 kutu kibrit.

"Televizyona baksana dedi" büfeci, gözleriyle renkleri birbirine geçmiş, bir parmak tozlu, göt kadar ekranı başıyla işaret ederek

Bu kadar katran, sizi çok hasta edebilir diyordu reklam arası çıkan saçmalık; yalnız bu ona hiç bir şey ifade etmeyen gereksiz bir prodüksiyondu!

Kısık sesle söyleniyordu,

"büfeci af buyur dedi" yüzünde dünyanın en anlamamış ifadesiyle

daha bir kararlı vurguladı, içinden söylediğini:
Ya bu kadar "katrankara" dedi?
büfecinin deli misin diye seslenen gözlerinin içine bakarak

Anlamayan; fakat önemsiz bir ifade ile "doğrudur abi" demekle yetindi, kır saçlı büfeci...

Daha para üstünü almadan, ateşledi hemen hediye paketine sarılmamış ilk sigarasını..
Yeni gelen geceyi karşıladı kendince..

Zemherinin elleri kıpkırmızı yaptığı soğukta, çıkan duman soğuğa karışıyordu.. Ne kadar da seviyordu böyle ağız dolusu duman ile konuşmayı... Oysa ortada ne kırmızı bir gece, ne de konuşacak birisi vardı... Olsun dedi, merdivenlere oturduğunda...!

Arkasından geçen ambulansın sireninin sesi çıkmasa da, simsiyah geceyi yaran kırmızı-mavi renkleri ile irkildi... Kırmızı-Mavi, Mavi-Kırmızı.... Hani mavi hani kırmızı?
Böyle ifrit düşüncelerle ambulans kapısının açılmasını izledi ve içinden koşuşturarak inen insanları... İfrit etse de, aklına çift renkli bir düş getirse de, simsiyah gecenin terkisinde alışmalıydı hem soğuğa, hem yalnızlığa, hem de olanlara...

Kabul ederek teslim oldu tüm gördüklerine ve bu teslimiyet çok da farklı bir kelime değildi son dönem yaşadıklarını düşününce... Sadece izleyerek, anlamsızca gözleyerek geçiriyordu vaktini, gözü kapalı olmadığı zamanlarda aklına park edilenleri...

izmariti, saygılı bir topukla ezdikten sonra yine aynı kararlılıkla çıktı az önce götünü soğutan merdivenleri! Bekleme kokuyordu tüm gece, tüm bina, tüm saatler, tüm şehir hatta bu bekleme belki de tüm kıyafetlerine sinecekti...

Kapıdan içeri girdiğinde, sağı-solu-önü-arkası, gözleri hep uzak köşelere ya da duvar diplerine dalan, kaderine ya da inandığı o şey ne ise ona razı olan insanlarla doluydu... Bir an düşündü, hepsinin yüzüne, gözlerinin içine bakmayı denedi en meraklı ifadelerle.. Olabilir miydi acaba bir günlüğüne de olsa başka birisi? Baktı gözlerinin içine dünyaya yeni gelen bir bebeğin şaşkınlığıyla, evet o bir hikaye arıyordu gördüğü her yüzün derinliğinde! Seviyordu belki de gaipten hikayeleri kim bilir? O kalabalık onca hikaye doğuracaktı belki beklemenin ve yalnızlığın üzerini örten battaniye gibi...

zaten ne kadar sürdürebilirdi ki az önce ayracını, kılıç yarası gibi ayırdığı kitabı okumaya? En nihayetinde o da tükenip gitmeyecek miydi bu gecenin zulasında? sonu ucu belli olmayan bir bekleme seansına hangi oyalanma dayanabilirdi? Alışmıştı son dönem beklemeye, o yüzden referansı sağlamdı! tüm geceleri, saniyeleri hesaplarken bir muvakkit gibi kararsızdı...! Belki de çıkarımlarda bulunurdu o boş beleş süreçte, sanki başka bir işi mi vardı? Yokladı iç cebini, yeterince kağıt kalemi vardı çok şükür! tekmil kainatın beklemesinin her türlü çıkarımına yetecek kadar kağıt parçası!

Bunca girift düşünce içerisinde bir çocuk ağlaması ile irkildi! Sesin geldiği yöne doğru yöneldi! çocuk babasının kollarında yaştoplarını pata küte dökerken yere, istem dışı büzüyordu dudaklarını.. Nesi var gibi diye bakan ilk beyaz önlüklüye "düştü" dedi heyecanlı ve korkulu bir ifadeyle seslendi annesi! DÜŞTÜ!

Tekrar çevirdi başını çocuğun sesini duymadan, gözlerini diktiği köşeye... Çocuğun acısını tahayyül etmeye çalışıyordu! Oysa biliyordu hiç bir acı tasavvur ve tahayyül edilemezdi. "Bir insana sığmıyan acı bir başkasına nasıl sığsın ki" bunları düşünürken yine de daha bir üzüldü çocuğa, bende bilirim o acıyı, o kadar yüksek mesafeden düştüm, kan ter içinde kaç gece "ben silemedim yaştoplarımı" el kadar sabi nasıl ağlamasın dedi usulca... ama "düşe" kalka öğrenecek diyerek ekledi feylesof bir ifadeyle! aslında kaçmıştı keyfi, pilavın içinden çıkan taş gibi, haybeden gözlerden akan yaş gibi!

Dolup boşalan kapı önlerine hep bir hikaye arıyordu, gözlerini görebildiği tüm yüzlere dikiyordu ürkek ürkek! Düşündü yine, belki de kendi hikayesini arıyordu o bilinmedik yüzlerde! İtiraf edememek zordu, yine zordu! Peki o genç kızın nesi vardı, o adamın kıra çalan sakalları kim bilir hangi selin tozu? Ya o beyaz önlüklü keşke babasının dediği gibi nöbetli işe girmeseydim diye mi düşünüyordu? sahi iş geldi aklına, izin almış işe de gitmiyordu!

Bunca aylak düşünce içerisindeyken, yine de ilerliyordu zaman! Artık çökmüştü gözlerinin altı, uykusuzluk iyice çıkmıştı zıvanadan, ayrıca topuklarda ezilen izmaritler boy sırasını gözetmeksizin yan yana diziliyordu! Güneşin doğması ile girdiği bina silsilesinde, girip çıkmadığı kapı, göt eskitmediği bank-sandalye kalmamıştı, irili ufaklı tüm yazıları, altı senelik tıp lisansını bir gecede almayı hiç bir uzvuna takmayan bir kayıtsızlıkla okumuştu..

Artık yorulmuştu hava aydınlanırken! Onulmaz yaraları sancıyordu, çöktüğü duvar dibinde kesilmişti nefesi...

Koşa koşa geldi ortadaki tüm beyaz önlüklüler! Hemen müşahede odasına aldılar! Bayılırken hayal meyal hatırlıyordu beyaz önlüklülerin kendi aralarındaki konuşmalarını:

düş kırığı olan hastaya ivedilikle müdahale için
acile gel,
acele gel
hasta yaş topu kaybediyor,
hastayı kaybediyoruz!


4 Ocak 2012 Çarşamba

25



"Şaraplar;
Kırık kadehlerde getirilirlermiş...
Anlamak için!
Kim kadehe meraklı
Kim gerçek şarap sever diye..."

Vazgeçince, geçmiş olur..
Yazık olur!